İÇTİHAT-1-
YARGITAY, AVUKATIN TAHSİL ETTİĞİ PARANIN BİR KISMINI UHDESİNDE TUTMASINI NİTELİKLİ ZİMMET OLARAK DEĞERLENDİRDİ.
T.C.
YARGITAY
Beşinci Ceza Dairesi
E:2012/11197
K: 2013/6909
T: 20.06.2013
Özet: Bir kimsenin Ceza Yasası uygulamasında “kamu görevlisi” yapılan faaliyetin de “kamusal faaliyet” sayılabilmesi için, kamu adına yürütülen bir hizmetin bulunması, bunun da Anayasa ve yasalarda belirlenmiş usullere göre verilmiş bir siyasal karara dayalı olması ve ayrıca faaliyetin kamuya ait güç ve yetkilerin kullanılması suretiyle gerçekleştirilmesi gerektiği, avukatların 1136 sayılı Kanunun 35/1 ve 35/A maddelerinde yazılı ve münhasıran avukatlar tarafından yapılabilecek iş ve işlemler ile uzlaştırma işlemi ve barolar ile Türkiye Barolar Birliğinin organlarında ifa ettikleri görevleri yönünden kamu görevlisi olduklarında kuşku bulunmadığı, 5237 sayılı TCK’nın 5. maddesinin 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe girmiş olması nedeniyle anılan Kanunun genel hükümlerine aykırı olan sınırlayıcı nitelikteki Avukatlık Yasanın 62. maddesinin de özel nitelikteki görevi kötüye kullanma suçları açısından zımnen ilga edilmiş sayılacağı ve TCK’nın 247. maddesine göre zimmete geçirilen malın devlete veya özel kişilere ait olmasının suçun oluşması bakımından öneminin bulunmadığı gözetilmelidir.
(5237 s. TCK m. 5, 6/1-c, 247, 257)
(1136 s. Av. K. m. 1,2,35/1,35/A, 62,76/1,109/1-2)
Dava: Mahalli mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle dosya incelenerek, gereği düşünüldü:
Karar: Yapılan yargılamaya, toplanıp karar yerinde gösterilen delillere, mahkemenin soruşturma sonuçlarına uygun olarak oluşan kanaat ve takdirine, incelenen dosya içeriğine göre yerinde görülmeyen sair temyiz itirazlarının reddine,
Ancak;
5237 sayılı TCK’nın 6. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendinde; “kamusal faaliyetin yürütülmesine atama veya seçilme yoluyla ya da herhangi bir surette sürekli, süreli veya geçici olarak katılan kişi” denilmek suretiyle de “kamu görevlisi”nin tanımı yapıldığı, maddenin gerekçesinde de “…kişinin kamu görevlisi sayılması için aranacak yegane ölçüt, gördüğü işin bir kamusal faaliyet olmasıdır.” dendikten sonra kamusal faaliyetin de; “Anayasa ve kanunlarda belirlenmiş olan usullere göre verilmiş olan bir siyasal kararla, bir hizmetin kamu adına yürütülmesidir” şeklinde tanımlandığı, Yargıtay CGK’nın 12.04.2011 gün 2010/9-258 Esas, 2011/46 sayılı Kararına göre de, “5237 sayılı Türk Ceza Yasasının 6. maddesinin 1. fıkrasının (c) bendindeki “kamu görevlisi” tanımında yer alan “katılan kişi” ibaresi ile, madde gerekçesinde yer alan “kamusal faaliyet” açılımından hareketle, bir kimsenin Ceza Yasası uygulamasında “kamu görevlisi”, yapılan faaliyetin de “kamusal faaliyet” sayılabilmesi için, kamu adına yürütülen bir hizmetin bulunması, bunun da Anayasa ve yasalarda belirlenmiş usullere göre verilmiş bir siyasal karara dayalı olması ve ayrıca faaliyetin kamuya ait güç ve yetkilerin kullanılması suretiyle gerçekleştirilmesi gerekmektedir.” denildiği, 1136 sayılı Avukatlık Kanununun 1. maddesindeki avukatlığın kamu hizmeti ve yargının kurucu unsurlarından olduğuna ilişkin belirleme, 2. maddesinde yazılı amacı, 76/1 ve 109/1-2. maddelerindeki baroların ve Türkiye Barolar Birliğinin kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları olduğuna ilişkin hükümler ile 5237 sayılı TCK’nın 6/1-c maddesindeki tanım ve gerekçesi birlikte değerlendirildiğinde; avukatların 1136 sayılı Kanunun 35/1 ve 35/A maddelerinde yazılı ve münhasıran avukatlar tarafından yapılabilecek iş ve işlemler ile uzlaştırma işlemi ve barolar ile Türkiye Barolar Birliğinin organlarında ifa ettikleri görevleri yönünden kamu görevlisi olduklarında kuşku bulunmadığı, 5237 sayılı TCK’nın “Özel Kanunlarla ilişki” başlıklı 5. maddesinde; “Bu Kanunun genel hükümleri, özel ceza kanunları ve ceza içeren kanunlardaki suçlar hakkında da uygulanır^” hükmünün yer aldığı, maddenin gerekçesinde; “Özel Ceza Kanunlarında ve ceza içeren kanunlarda suç tanımlarına yer verilmesinin yanı sıra, çoğu zaman örneğin teşebbüs, iştirak ve içtima gibi konularda da bu Kanunda benimsenen ilkelerle çelişen hükümlere yer verilmektedir. Böylece, ceza kanununda benimsenen genel kurallara aykırı uygulamaların yolu açılmakta ve temel ilkeler dolanılmaktadır. Tüm bu sakıncaların önüne geçebilmek bakımından, ayrıca hukuk uygulamasında birliği sağlamak ve hukuk güvenliğini sağlamak için; diğer kanunlarda sadece özel suç tanımlarına yer verilmesi ve bu suçlarla ilgili yaptırımların belirlenmesi ile yetinilmelidir. Buna karşılık, suç ve yaptırımlarla ilgili olarak bu kanunda belirlenen genel ilkelerin, özel kanunlarda tanımlanan suçlar açısından da uygulanmasının temin edilmesi gerekmektedir” denilmek suretiyle yasa koyucunun amacının ortaya konulduğu, TCK’nın 5. maddesinin 01.01.2009 tarihinde yürürlüğe girmiş olması nedeniyle anılan Kanunun genel hükümlerine aykırı olan sınırlayıcı nitelikteki Avukatlık Yasanın 62. maddesinin de özel nitelikteki görevi kötüye kullanma suçları açısından zımnen ilga edilmiş sayılmasının gerektiği ve TCK’nın 247. maddesine göre zimmete geçirilen malın devlete veya özel kişilere ait olmasının suçun oluşması bakımından öneminin bulunmadığı, dosya içerisinde bulunan PTT havale belgeleri, katılan ve tanık beyanları ile; avukat olan sanığın müvekkili olan katılan adına borçludan 15.500 lira tahsil ettiği, ancak bu paranın 7.700 lirasını katılana ödemeyerek mal edindiğinin sabit olması ve eylemin ancak beyanlar ve belgelerle ortaya çıkartılması karşısında, sanığın oluşa uygun olarak sübutu kabul edilen eyleminin nitelikli zimmet suçunu oluşturacağı gözetilmeden suç vasfında hataya düşülerek yazılı şekilde hüküm kurulması,
Sonuç: Kanuna aykırı ve sanığın temyiz itirazları bu itibarla yerinde görüldüğünden, hükmün kazanılmış hakkı saklı kalmak kaydıyla 5320 sayılı Yasanın 8/1. maddesi gözetilerek CMUK’nın 321 ve 326/son maddeleri uyarınca BOZULMASINA, 20.06.2013 tarihinde oybirliği ile karar verildi.
İÇTİHAT -2-
“HUKUK GENEL KURUL KARARI-HAKSIZ AZİLDE BAKİYE VEKALET ÜCRETİNİN TAMAMI ÖDENİR.”
YARGITAY Hukuk Genel Kurulu
2013/1957 E.
2015/1094 K.
Taraflar arasındaki “alacak” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Kadıköy 4. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın reddine dair verilen 30.11.2010 gün ve 2008/323E., 2010/460 sayılı kararın incelenmesi davacı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 13.Hukuk Dairesinin 24.01.2012 gün ve 2011/5103 E., 2012/880 sayılı ilamı ile,
(…Davacı, davalı ile imzalanan 04/08/2004 tarihli avukatlık sözleşmesi gereğince, davalının eşi muris İ..Z..’den miras hukuku çerçevesinde davalıya intikal etmesi gereken mal varlığı ile ilgili iş ve davaları takip edip, hukuki yardımlarda bulunduğunu, açılan bir kısım davaların sonuçlandırıldığını, ancak muristen davalıya intikal etmesi gereken nakit mavduat nedeniyle açılmış olan dava henüz sonuçlanmadan 18/06/08 tarihli azilname ile haksız olarak azledildiğini, 4.8.2004 tarihli sözleşme, her ne kadar iki yıllık süre için yapılmış olsa da, taraflarca feshedilmediğini ve zımnen uzatıldığını, 30.6.2008 tarihli ihtarına rağmen, haksız azil nedeniyle muaccel hale gelen 600.000 TL vekalet ücreti alacağının ödenmediğini ileri sürerek, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 10.000 TL alacağının tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı, davacıya 50.000 USD peşin ücret ödediğini, vekalet konusu işlerin iki yılda tamamlanmaması nedeniyle, sözleşmede bu durumda kendisine tanınan azil hakkını kullanarak davacıyı vekaletten azlettiğini, ayrıca işlerin bizzat davacı tarafından da takip edilmediğini savunarak, davanın reddini dilemiştir.
Mahkemece, “sözleşme konusu işler kapsamında davacının yargılama oturumlarına katılmadığının belirlendiği, her ne kadar davacı, davalının her oturumu bizzat takip ettiğini, davalı ile aralarında ‘önemli işler listesinin’ tanzim edilmediğini, bu sebeple diğer vekillerin yürüttüğü hizmetin sözleşmenin bu hükmüne aykırılık oluşturmadığını iddia etmiş ise de, davacının sözleşmedeki süre ve hükümlerle bağlı olduğu, ek bir listenin olmamasının, onun bu sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı, kaldı ki böyle bir listenin yapılması gerekiyor ise, bunu tanzim edecek olan kişinin de davacı olduğu, sözleşmede öngörülen sürenin 04/08/06 tarihinde son bulduğu ve davalının 18/06/08 tarihinde davacıyı azlettiği, aradan geçen 2 yıllık süre bakımından davacının bizzat sarfettiği emek ve mesaisinin de bulunmadığı” belirtilmek suretiyle davacının sözleşmeye göre bakiye ücreti talep edemeyeceği kabul edilerek, davanın reddine karar verilmiş, hüküm, davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Dava, haksız azil nedeniyle vekalet ücreti alacağının tahsili istemine ilişkin olup, taraflar arasında imzalanan 4.8.2004 tarihli sözleşmede II no’lu başlık altında “Sözleşmenin Konusu”nun, davalıya miras yolu ile intikal edecek mal varlıklarından ötürü yapılacak hukuki işlemler olduğu, III no’lu 1-“Yapılacak İşler” başlıklı bölümünde, avukatın, esaslı veya iş sahibinin çok önem verdiği dava duruşmalarına bizzat katılmak zorunda olduğu, rutin dava veya tarafların mutabık olduğu davalarla ilgili duruşmalara, avukatın tevkil edeceği avukatların girebileceği belirtilmiş, ücretin düzenlendiği aynı bölümün (2) no’lu maddesinde de, sözleşme konusu işten dolayı avukata 600.000,00 TL ücret ödeneceği, sözleşmenin imzalanması ile birlikte 50.000 Dolar avans verileceği, ücretin, sözleşmede belirtilen işlerin en geç 2 yıl içerisinde tamamlanmasını takiben ödeneceği, sözleşme konusu işlerin 2 yıl içinde tamamlanmaması durumunda müvekkilin avukatı azletme hakkının doğacağı kararlaştırılmıştır.
Dava konusu avukatlık sözleşmesi kapsamında açılması gereken davaların açılıp takip edildiği tarafların kabulündedir. Her ne kadar söz konusu dava dosyaları eldeki dosyada mevcut değilse de, gerek taraf beyanları, gerekse alınan bilirkişi raporu gereğince, bir kısım davaların sonuçlandığı, diğer bir kısım davaların ise derdest bulunduğu bir aşamada, davacı avukatın 18.6.2008 tarihli azilname ile davalı tarafından azledildiği anlaşılmaktadır. Sözleşme, 4.8.2004 tarihli olup, davalı tarafından öncelikli azil nedeni olarak, söz konusu dava ve işlerin iki yıl için tamamlanamaması gösterilmektedir. Gerçekten de az yukarda hükümleri açıklanan sözleşmenin 2 no’lu maddesinde, söz konusu işlerin en geç 2 yıl içerisinde tamamlanmasını takiben ücretin ödeneceği, sözleşme konusu işlerin 2 yıl içinde tamamlanamaması durumunda müvekkilin avukatı azletme hakkının doğacağı belirtilmekte olup, davalı sözleşmede tanınan bu yetkiye dayanarak davacı avukatını azlettiğini savunmaktadır.
Oysa ki açılmış olan davaların tamamlanma süresi, davacı avukatın insiyatifinde olmadığı gibi, yargılama sürecinin, vekilin iradesi dışında çok değişik nedenlerle uzayabileceği, davalı müvekkil tarafından da bilinmesi gereken bir husustur. Bu itibarla, sözleşme konusu işlerin 2 yıl içinde tamamlanamaması nedenine dayanılarak ve sadece bu nedenle azil hakkının doğduğundan söz etmek mümkün değildir. Ne var ki Borçlar Kanununun 390. ve Avukatlık kanununun 34. maddeleri gereğince avukat, vekalet görevini sadakat ve özenle ifa etmekte yükümlü olduğundan davacının, “objektif sorumluluk” olduğu kabul edilen “özen borcu”nun gereğini yerine getirmemiş olması, davaların 2 yıl içinde tamamlanamamasına, kendi kusur ve ihmalkar davranışlarıyla sebebiyet vermiş olması halinde ise, davalı müvekkilin davacı avukatını azletme hakkının doğduğu kabul edilmelidir. Mahkemece bu yönde bir inceleme ve değerlendirme yapılmadan, sözleşmede öngörülen sürenin dolduğundan bahisle azlin haklı olduğunun kabul edilmiş olması ise isabetsizdir.
Davalı tarafından ileri sürülen, sözleşmede öngörülmesine rağmen, “davacının davaları bizzat takip etmediği” konusundaki azil nedeninin incelenmesine gelince;
Sözleşmede avukatın, esaslı veya iş sahibinin çok önem verdiği dava duruşmalarına bizzat katılmak zorunda olduğu, rutin dava veya tarafların mutabık olduğu davalarla ilgili duruşmalara, avukatın tevkil edeceği avukatların girebileceği belirtilmiş olup davalı, duruşmalara davacının değil, yanında çalışan avukatların girdiğini, sözleşmeye aykırılık teşkil eden bu durumun da bir azil nedeni olduğunu savunmuş, davacı ise, davalının önem verdiği davaları bildirmediğini, bu hususta taraflar arasında tanzim edilmiş önemli davalar listesinin mevcut olmadığını, 4 yıllık süre boyunca taraflar arasında böyle bir nizanın oluşmadığını, müvekkil tarafından bu konuda hiçbir şekilde ihbar, ihtar, uyarı v.b bir istem gelmediğini, avukatlık hizmetinin, sadece duruşmalara katılmak olmadığını, kaldı ki davalının, her davanın duruşmasına avukatlarla birlikte katıldığını, baştan beri bildiği bu duruma icazet verdiğini ileri sürmüştür.
Gerçekten de davalının vekalet görevini yanında çalışan avukatlarla birlikte yerine getirdiği, bu durumun davalı tarafından da bilindiği, nitekim sözleşmede de, rutin dava veya tarafların mutabık olduğu davalarla ilgili duruşmalara, avukatın tevkil edeceği avukatların girebileceği belirtilmiştir. Mahkemece, davacının ileri sürdüğü gibi, tevkil edilen avukatlarla birlikte davalı asilin de bizzat duruşmalara girip girmediği ise araştırılmadığı gibi, uzun bir süre, hatta vekaletin başından beri, davalı asilin duruşmalara tevkil edilen avukatlarla birlikte girmiş olması halinde, bu duruma icazet vermiş sayılıp sayılmayacağı, yine uzun bir süre bu duruma sessiz kalınıp, davacının ileri sürdüğü gibi davaların sonlandırılma aşamasına gelindiğinde ve karşı tarafla sulh görüşmelerinin başladığı bir dönemde bu hususun azil nedeni olarak ileri sürülmesinin, hakkın kötüye kullanılması ve objektif dürüstlük kurallarına aykırılık sayılıp sayılmayacağı da tartışılmamıştır. Nitekim her hakkın kullanılmasında olduğu gibi, sözleşmede tanınan fesih ve azil hakkının da iyiniyet kurallarına uygun olarak kullanılması, Medeni Kanunun 2. maddesi hükmü gereğidir. Değinilen hususlar irdelenmeden eksik inceleme ile hüküm kurulamaz.
O halde mahkemece, yukarda açıklanan tüm bu hususlar konusunda gerektiğinde bilirkişiden rapor alınıp, azlin haklı olup olmadığı yönünden yapılacak inceleme ve değerlendirme sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması, usul ve yasaya aykırı olup, bozmayı gerektirir.…”
gerekçesi ile oyçokluğu ile bozularak dosya yerine geri çevrilmekle yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir
TEMYİZ EDEN: Davacı vekili
HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve direnme kararının verildiği tarih itibariyle H.U.M.K.2494 sayılı Yasa ile değişik 438/II.fıkrası hükmü gereğince duruşma isteğinin reddine karar verilip dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Dava, davacı avukatın, müvekkili davalı tarafından haksız olarak azledildiği ve böylece avukatlık ücretinin tamamına hak kazandığı iddiasına dayalı alacak istemine ilişkindir.
Davacı vekili, müvekkili ile yanında sigortalı olarak çalışan avukatların davalı tarafından vekil tayin edildiğini, taraflar arasında 04/08/2004 tarihli “Avukatlık Sözleşmesi” düzenlendiğini, sözleşme sonrası açılan tüm hukuk ve ceza davalarının takibinin titizlikle yerine getirildiğini, bir kısım davaların sonuçlandırıldığını ancak nakit mevduat nedeniyle açılan dava sonuçlanmadan, sulh görüşmelerinin başladığı dönemde Beykoz 2. Noterliğinin 18/06/2008 tarih ve 08287 yevmiye numaralı azilnamesi ile haksız olarak azledildiklerini, 04.08.2004 tarihli sözleşmenin her ne kadar iki yıllık süre için yapılmış olsa da taraflarca feshedilmediğini ve davalının süre sonunda tevkil edilen avukatlarla birlikte duruşmalara girmeye devam etmesiyle sözleşmenin zımnen uzatılmış sayılacağını, haksız azil nedeniyle muaccel hale gelen 600.000,00 TL vekalet ücreti alacağının ödenmediğini ileri sürerek fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak kaydıyla şimdilik 10.000,00 TL vekalet ücreti alacağının tahsiline karar verilmesini istemiştir.
Davalı Ş.. Z.. vekili cevap dilekçesinde, davacıya avans olarak 50.000,00 USD ödeme yapıldığını, 04.08.2004 tarihli sözleşmenin iki yıl geçerli kabul edildiğini, işlerin bizzat davacı tarafından takibinin kararlaştırıldığını, süre sonunda azil yetkisi tanındığını, sözleşme konusu hiçbir işin sonuçlandırılmadığını, resmi makbuzlu giderler düşüldükten sonra kalan avansın iadesi gerektiğini belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, sözleşme konusu işler kapsamında davacının yargılama oturumlarına katılmadığının belirlendiği, davacının sözleşmedeki süre ve hükümlerle bağlı olduğu, ek bir listenin olmamasının, onun bu sorumluluğunu ortadan kaldırmayacağı, kaldı ki böyle bir listenin yapılması gerekiyor ise bunu tanzim edecek olan kişinin de davacı olduğu, sözleşmenin sona ermesinden sonra geçen iki yıllık süre bakımından davacının bizzat sarfettiği emek ve mesaisinin de bulunmadığı gerekçesiyle davanın reddine dair verilen karar, davacı vekilinin temyizi üzerine Özel Dairece yukarıdaki gerekçeyle oyçokluğu ile bozulmuş, Mahkemece önceki gerekçeler tekrarlanıp genişleterek verilen direnme kararı davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Direnme yoluyla Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; davacı vekil ile davalı müvekkili arasında yapılan sözleşme gözetilerek vekilin azlinin haklı bir nedene dayanıp dayanmadığının yöntemince araştırılıp araştırılmadığı, varılacak sonuca göre davacı avukata aralarındaki sözleşme gereğince vekalet ücreti takdir edilmesi gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.
Uyuşmazlığın çözümünde öncelikle vekalet sözleşmesinin hukuksal niteliğine, vekaletten azle ve azil sebeplerine ilişkin genel açıklamalar yapılmasında yarar bulunmaktadır.
Mülga 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun (Bk) 390. maddesine göre, vekilin sorumluluğu umumi surette işçinin sorumluluğuna ait hükümlere tabi olup; vekil, vekalet görevini iyi bir surette ifa ile yükümlüdür. Bu hükümdeki “iyi bir suretle ifa” söz dizininin, mehaz İsviçre Borçlar Kanunu’nun 398/2. maddesindeki ifadeye uygun olarak “sadakat ve özen ile ifa” şeklinde anlaşılması gerekir. Buna göre, vekil, vekalet görevini ifa ederken müvekkiline sadakat (bağlılık) göstermekle ve vekaletin konusunu oluşturan işi özenle yapmakla yükümlüdür.
Vekalet sözleşmesinin, hizmetle ilgili diğer sözleşmelere oranla, çok daha sıkı bir şekilde karşılıklı güvene dayalı olduğu öğreti ve uygulamada ittifakla benimsenmektedir. Vekalet ilişkisinin kurulmuş olması, karşılıklı güven unsurunun vekalet sözleşmesinin kurulması aşamasında her iki taraf yönünden mevcut olmasıyla mümkündür ve bunun o aşamada varlığının göstergesidir. Ne var ki, vekalet sözleşmesinin niteliği gereğince, bu unsur, sözleşmenin devamı süresince de varlığını korumalıdır. Eğer, başlangıçta mevcut olan karşılıklı güven, sözleşme süresi içerisinde gerçekleşen olgulardan dolayı bir taraf yönünden haklı olarak zedelenir veya ortadan kalkarsa, o taraf sözleşmeyi her zaman feshedebilir. Bu ilke, Borçlar Kanunu’nun 396/1. maddesinde, “Vekaletten azil ve ondan istifa her zaman caizdir” şeklinde ifade edilmiştir. Aynı ilkenin gereği olarak; istifa ve azil hakkından önceden feragat edilemez; dolaylı şekilde feragati tazammun eden anlaşmalar dahi geçersizdir (HGKnun 11.10.2006 gün ve 2006/13-610 E., 2006/639 sayılı kararı).
818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 396/1. maddesine göre, vekalet sözleşmesi, her iki tarafça da belirli bir neden gösterilmesine gerek olmaksızın, tek taraflı bir irade beyanıyla her zaman ortadan kaldırılabilir. Söz konusu irade beyanı, karşı tarafa ulaşmakla, geleceğe yönelik olarak hükümlerini hemen doğurur. Hizmet sözleşmesinden farklı olarak, vekalet sözleşmesinde bu hakkın kullanılması, haklı bir nedene dayanmak zorunda olmadığı gibi bir süreyle sınırlı da değildir. Borçlar Kanunu’nun azil veya istifa konusundaki bir irade bildirimine bağladığı tek sonuç, azil veya istifanın münasip olmayan bir zamanda gerçekleşmiş olması halinde, diğer tarafın bundan dolayı uğradığı zararı tazmin yükümlülüğüdür.
Bu aşamada, uyuşmazlığın çözümünde Avukatlık Kanunu hükümlerinin de değerlendirilmesi uygun olacaktır.
1136 sayılı Avukatlık Kanunu’nun 174. maddesi davaya vekalette azil veya istifaya bunların haklı nedenlere dayalı olup olmamasına göre değişen, farklı sonuçlar bağlamaktadır. Anılan madde uyarınca üzerine aldığı işi haklı bir sebep olmaksızın takipten vazgeçen avukat hiçbir ücret isteyemez ve peşin aldığı ücreti geri vermek zorundadır. Avukatın azli halinde ücretin tamamı verilir. Şu kadar ki, avukat kusur veya ihmalinden dolayı azledilmiş ise ücretin ödenmesi gerekmez. Diğer bir ifade ile avukat haklı bir nedenle azledildiği takdirde ücrete hak kazanamaz ise de haksız azil halinde; anılan madde uyarınca avukatlık ücretinin tamamının ödenmesi gerekir. Haksız azledilen vekilin avukatlık ücreti, ücret sözleşmesinde kararlaştırılan ücretin tamamıdır.
Bir hakkın içerik ve çerçevesini düzenlemek, onun kullanılmasının tabi bulunduğu hukuki sınırları göstermek, kanun koyucunun yetkisindedir. Dolayısıyla, herhangi bir hakkı düzenleyen kanunda ve eğer varsa onunla ilgili düzenlemeler taşıyan diğer kanunlarda açık sınırlamalar mevcut olmadıkça kanun hükümleri o hakkın kullanılmasını kısıtlayacak veya kısmen ya da tamamen ortadan kaldıracak şekilde bir yoruma tabi tutulamaz. Çünkü aslolan kanunda sınırlamayı öngören açık bir hüküm bulunmadıkça maddi hukukun tanıdığı bir hakkın, o hakkın sahibince tam olarak, hakkın gerektirdiği çerçeve içerisinde, hiçbir sınırlamaya tabi olmaksızın kullanılmasıdır. Borçlar Kanunu’nun 396/1. maddesinde, vekaletten azlin ve vekillikten istifanın her zaman caiz olduğu belirtilmiş; azil iradesinin bildirimi gerek azil sebepleri ve gerekse zaman itibariyle hiçbir sınırlandırmaya tabi tutulmamıştır. Maddenin 2. fıkrasındaki; azil ve istifanın münasip olmayan bir zamanda gerçekleşmesi halinde, bundan dolayı karşı tarafın uğradığı zararın tazmin yükümlülüğüne ilişkin hüküm ise azil ve istifayı herhangi bir yönden sınırlandırıp, kısıtlayan değil; tersine, bu hakkın kullanılmasına ilişkin serbestiyi teyit eden ve sadece (münasip olmayan bir zamanda gerçekleştiği takdirde) bunun olası sonuçlarını düzenleyen bir içeriktedir.
Somut olayın incelenmesinde; taraflar arasında imzalanan 04.08.2004 tarihli “Avukatlık Sözleşmesi” davalıya miras yolu ile intikal edecek mal varlıklarından ötürü yapılacak hukuki işlemlere ilişkin olarak düzenlenmiş olup, avukatın esaslı veya iş sahibinin çok önem verdiği dava duruşmalarına bizzat katılmak zorunda olduğu, rutin dava veya tarafların mutabık olduğu davalarla ilgili duruşmalara, avukatın tevkil edeceği avukatların girebileceği belirtilmiş, sözleşme konusu işten dolayı avukata 600.000,00 TL ücretin sözleşmede belirtilen işlerin en geç 2 yıl içerisinde tamamlanmasını takiben ödeneceği, sözleşmenin imzalanması ile birlikte 50.000,00 USD avans verileceği, sözleşme konusu işlerin iki yıl içinde tamamlanmaması durumunda müvekkilin avukatı azletme hakkının doğacağı kararlaştırılmıştır.
Dava konusu avukatlık sözleşmesi kapsamında açılması gereken bir kısım davaların açılıp takip edildiği, bir kısmının sonuçlandığı, bir kısmının halen derdest olduğu, sözleşme süresinin bitmesinden iki yıl sonra davacının “görülen lüzum üzerine“ azledildiği hususunda taraflar arasında uyuşmazlık bulunmamaktadır.
Mahkemece, davacının vekalet görevini yerine getirirken Borçlar Kanunu’nun 390. ve Avukatlık Kanunu’nun 34. maddeleri gereğince vekalet görevini sadakat ve özenle ifa edip etmediği, davaların 2 yıl içinde tamamlanamamasına, kendi kusur ve ihmalkar davranışlarıyla sebebiyet verip vermediği, davalının duruşmalara bizzat katılıp katılmadığı, katılmış ise duruşma oturumlarına tevkil edilen avukatların girmesine icazet vermiş sayılıp sayılmayacağı, davaların sonlandırılma aşamasına gelindiğinde ve karşı tarafla sulh görüşmelerinin başladığı bir dönemde bu hususun azil nedeni olarak ileri sürülmesinin, hakkın kötüye kullanılması ve objektif dürüstlük kurallarına aykırılık olup olmadığı karar yerinde tartışılıp değerlendirilmemiştir.,
Özel Dairece bu hususlara değinen bozma ilamına direnilmiş ise de azlin haksız olması halinde vekil sözleşme konusu davaların sonuçlanıp sonuçlanmadığına bakılmaksızın ücrete hak kazanacağından uyuşmazlığın çözümünde azlin haklı olup olmadığı hususunun yöntemince araştırılarak açıklığa kavuşturulması gerekmektedir.
Hukuk Genel Kurulunda yapılan görüşmeler sırasında bir kısım üyeler tarafından, davacı avukat avukatlık sözleşmesi hükümleri gereğince belirtilen işlerin iki yıl içinde bitirilmemesi ve duruşmaların bizzat takip edilmemesi nedeniyle haklı olarak azledildiğinden direnme hükmünün onaması gerektiği ileri sürülmüş ise de, bu görüş Kurul çoğunluğu tarafından her hakkın kullanılmasında olduğu gibi sözleşmede tanınan azil hakkının da iyiniyet kurallarına uygun olarak kullanılmasının Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesi hükmü gereği olduğu, Özel Dairece araştırılması gereken hususlar irdelenmeden eksik inceleme ile hüküm kurulamayacağı ve yukarıda açıklanan nedenlerle Kurul çoğunluğu tarafından benimsenmemiştir.
O halde mahkemece, yukarda açıklanan tüm hususlara yönelik olarak uzman bilirkişiden rapor alınıp, azlin haklı olup olmadığı yönünden yapılacak inceleme ve değerlendirme sonucuna göre bir hüküm kurulması gerekirken, eksik inceleme ile yazılı şekilde karar verilmesinin doğru olmadığına ilişkin Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma ilamına uyularak karar verilmesi gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırı olup, direnme kararı bozulmalıdır.
S O N U Ç : Davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile direnme kararının Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı, 6217 sayılı Kanun’un 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 27.03.2015 gününde yapılan ikinci görüşmede oyçokluğu ile karar verild
İÇTİHAT-3-
T.C.
YARGITAY
4. CEZA DAİRESİ
ESAS NO:2014/16690
KARAR NO:2014/14210
KARAR TARİHİ: 29.04.2014
HAKARET,RAHATSIZ EDİCİ/
AĞIR ELEŞTİRİ,SUÇ UNSURLARI
AVUKAT‘IN SAVUNMASINDA HAKİME SÖYLEDİĞİ SÖZLERİNİN HAKARET OLMADIĞI,
RAHATSIZ EDİCİ,AĞIR ELEŞTİRİ İÇEREN SÖZLER OLDUĞU.
ÖZET: Sanık avukatın duruşma tutanağına ara kararını eksik yazdığı kanısıyla şikayetçi hâkime yönelik “Bak biz iddia etmiyoruz, burası emniyetçe tespit edilen adrestir, dosyayı incelemeden çıkarsanız böyle olur, on beş aydır yargılama ağır ceza mahkemesi gibi devam etmektedir. Vergi dairesinden dosyaya gelen yazıyı yazmamanız da dosyayı incelemediğinizi göstermektedir. Burada babanızın uşağı yok” şeklindeki sözlerinin, katılanın onur, şeref ve saygınlığını rencide edici boyutta olmayıp, rahatsız edici ve ağır eleştiri niteliğinde olması nedeniyle hakaret suçunun unsurlarının oluşmadığı gözetilmelidir.
(5237 s. TCK m. 125)
Yerel Mahkemece verilen hüküm temyiz edilmekle, başvurunun nitelik, ceza türü, süresi ve suç tarihine göre dosya görüşüldü:
Temyiz isteğinin reddi nedenleri bulunmadığından işin esasına geçildi.
Vicdani kanının oluştuğu duruşma sürecini yansıtan tutanaklar, belgeler ve gerekçe içeriğine göre yapılan incelemede başkaca nedenler yerinde görülmemiştir.
Ancak;
Hakaret fiillerinin cezalandırılmasıyla korunan hukuki değer, kişilerin onur, şeref ve saygınlığı olup, bu suçun oluşabilmesi için, davranışın kişiyi küçük düşürmeye yönelik olarak gerçekleşmesi gerekmektedir. Bir hareketin tahkir edici olup olmadığı bazı durumlarda nispi olup, zamana, yere ve duruma göre değişebilmektedir. Kamu görevlileri veya sivil vatandaşa yönelik her türlü ağır eleştiri veya rahatsız edici sözlerin hakaret suçu bağlamında değerlendirilmemesi, sözlerin açıkça, onur, şeref ve saygınlığı rencide edebilecek nitelikte somut bir fiil veya olgu isnadını veya sövmek fiilini oluşturması gerekmektedir. Yargılamaya konu somut olayda; davada alacaklı vekili olan sanık avukatın, duruşmayı yöneten mahkeme hâkiminin duruşmaya geç ve dosyaya hazırlanmadan çıktığını gösterir nitelikte davranışlar sergilemesi nedeniyle yargılamanın 15 ay gibi bir zaman uzamasına neden olduğunu düşündüğü ve yine bu bağlamda, olay günü duruşma tutanağına ara kararını eksik yazdığı kanısıyla şikâyetçi hâkime “Bak biz iddia etmiyoruz, burası emniyetçe tespit edilen adrestir, dosyayı incelemeden çıkarsanız böyle olur, on beş aydır yargılama ağır ceza mahkemesi gibi devam etmektedir. Vergi dairesinden dosyaya gelen yazıyı yazmamanız da dosyayı incelemediğinizi göstermektedir. Burada babanızın uşağı yok” şeklindeki sözlerin, katılanın onur, şeref ve saygınlığını rencide edici boyutta olmayıp, rahatsız edici ve ağır eleştiri niteliğinde olduğu ve hakaret suçunun unsurlarının oluşmadığı gözetilmeden, yasal olmayan ve yerinde görülmeyen gerekçeyle mahkûmiyet kararı verilmesi,
Kanuna aykırı, sanık Ömer ve müdafiinin temyiz nedenleri yerinde görüldüğünden tebliğnamedeki onama düşüncesinin reddiyle (HÜKMÜN
BOZULMASINA), yargılamanın bozma öncesi aşamadan başlayarak sürdürülüp sonuçlandırılmak üzere dosyanın esas/hüküm mahkemesine gönderilmesine, 29.04.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.