HUKUK MAHKEMELERİ

İÇTİHAT – 1-

DAVACI ŞİRKETİN İSTİRDAT DAVASI – FATURALARA YANSITILAN KAYIP KAÇAK VE SAYAÇ OKUMA BEDELİNİN HANGİ MİKTARDA OLDUĞUNUN DENETLENEBİLMESİ- KAYIP KAÇAK TAHAKKUKU UYGULAMASININ YERİNDE OLMADIĞI-

T.C YARGITAY
3.Hukuk Dairesi
Esas: 2014 / 3055
Karar: 2014 / 10723
Karar Tarihi: 01.07.2014

(4628 S. K. m. 4, 12) (YHGK 21.05.2014 T. 2013/7-2454 E. 2014/679 K.)
Dava: Taraflar arasında görülen istirdat davasının yapılan muhakemesi sonunda mahalli mahkemece verilen hüküm davacı tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği düşünüldü:
Karar: Davacı vekili dilekçesinde; müvekkili şirketin davalı kurumun abonesi olduğunu müvekkili kurumdan haksız şekilde kayıp-kaçak bedeli altında toplam 9.554, 99 TL ile 334,30 TL sayaç okuma bedellerinin tahsil edildiğini, müvekkili şirketin bu bedeli aksatmadan düzenli olarak ödediğini belirterek, müvekkilinden haksız şekilde kayıp-kaçak bedeli olarak tahsil edilen 9.554,99 TL ile 334,30 TL sayaç okuma bedeli olmak üzere toplam 9.889,39 TL’nin dava tarihinden itibaren hesaplanacak yasal faizi ile birlikte taraflarına iadesine ayrıca faturada yer alan kayıp-kaçak bedeli ve sayaç okuma bedeli kalemlerinin iptaline karar verilmesini istemiştir.
Davalı vekili cevap dilekçesinde; davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahalli Mahkemece; 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’nun bir gereği olarak Türkiye genelinde dağıtım şirketlerinin uygulayacağı Ulusal Elektrik Tarifelerinin EPDK tarafından belirlendiği, EPDK tarafından belirlenerek uygulanan tarifelerin uygulanmasının davacının da dahil olduğu lisans sahibi şirketler bakımından yasal zorunluluk olduğu, lisans sahibi şirketlerin tarifeyi değiştiremeyeceği gibi tarifede yer almayan bir bedeli de tahsil edemeyeceği veya düzenlenen tarifeler kapsamında düzenlenmiş bir bedeli de tahsil etmemek gibi bir davranışta bulunamayacağı, davacı dağıtım şirketinin tarifeleri uygulayıp uygulamama gibi bir inisiyatifinin mevcut olmadığı, tarifelere uyma yükümlülüğünün bir gereği olarak dava konusu edilen bedellerin perakende satış tarifesinin bir unsuru olarak faturalarda yer aldığı, dava konusu edilen bedellerin belirlenmesi için alınan kurul kararının EPDK’nun bir düzenleyici işlemi olarak tüm tüzel ve gerçek kişileri bağlayacağı, dağıtım şirketlerinden kurul kararlarına aykırılık teşkil edecek herhangi bir işlemde bulunamayacaklarını, buna göre davacı tarafından 4628 sayılı Kanun hükümlerine dayanılarak davacı tüketicinin elektrik tüketim bedeli faturalarına yansıtılan dava konusu bedellerin mevcut yasal düzenlemelere aykırı bir yönü bulunmadığını, 4628 sayılı Kanunun 6352 sayılı Yasanın 64. maddesi ile değiştirilen 12.maddesinde kurulun yaptırım kararlarına karşı yetkili idare mahkemesinde dava açılabileceğini, kurul kararlarına karşı açılan her davanın öncelikli işlerden sayılacağını hükme bağlandığını, bu hüküm çerçevesinde kurul kararlarının iptali için yargı yoluna başvurmanın her zaman mümkün olduğunu, ancak tarifeye ilişkin kurul kararlarının iptal edilmediği sürece geçerliliğini koruduğu da göz önüne alınarak davacının davasının reddine karar verilmiştir.

Dairenin önüne gelen uyuşmazlık; davalı kurumun abonelerinden dolayısıyla kayıp-kaçak ve sayaç okuma bedeli isteyip istemeyeceği; buradan varılacak sonuca göre de davalının davacıdan tahsil ettiği kayıp-kaçak ve sayaç okuma bedellerinin iade edilip edilmeyeceği noktasında toplanmaktadır.
Davacı ile davalı arasında elektrik satışına ilişkin abonelik sözleşmesi düzenlendiği, bu sözleşmeye istinaden davalı tarafından davacıdan kayıp-kaçak ve saat okuma bedeli tahakkuk ettirildiği ve tahsil edildiği hususunda tartışma bulunmamaktadır.
Kayıp-kaçak miktarı, dağıtım sistemine giren enerji ile dağıtım sisteminde tüketicilere tahakkuk ettirilen enerji miktarı arasındaki farkı göstermektedir. Kayıp-kaçak bedeli elektrik sisteminde ortaya çıkan teknik ve teknik olmayan kaybın maliyetinin kayıp-kaçak bedeli oranları ölçüsünde karşılanabilmesi amacıyla belirlenen bir bedeldir.
Davacı kurum tarafından elektrik enerjisinin üretiminden, tüketiciye ulaştırılıncaya kadar oluşan elektrik eksikliği kayıp bedeli olarak; enerji nakil hatlarından çeşitli sebeplerle sayaçtan geçirilmeksizin, herhangi bir bedel ödemeden kullanılan elektrik bedeli de kaçak bedeli olarak diğer kullanıcı abonelere yansıtılmaktadır.
4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’nun 4.maddesinin 1.fıkrasında, bu kanun ile verilen görevleri yerine getirmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu kurulduğu belirtilmiş, aynı maddenin 2.fıkrasında ise, “Kurum, tüzel kişilerin yetkili oldukları faaliyetleri ve bu faaliyetlerden kaynaklanan hak ve yükümlülüklerini tanımlayan Kurul onaylı lisansların verilmesinden, işletme hakkı devri kapsamındaki mevcut sözleşmelerin bu Kanun hükümlerine göre düzenlenmesinden, piyasa performansının izlenmesinden, performans standartlarının ve dağıtım müşteri hizmetleri yönetmeliklerinin oluşturulmasından, tadilinden ve uygulattırılmasından, denetlenmesinden, bu Kanunda yer alan fiyatlandırma esaslarını tespit etmekten, piyasa ihtiyaçlarını dikkate alarak serbest olmayan tüketicilere yapılan elektrik satışında uygulanacak fiyatlandırma esaslarını tespit etmekten ve bu fiyatlarda enflasyon nedeniyle ihtiyaç duyulacak ayarlamalara ilişkin formülleri uygulamaktan ve bunların denetlenmesinden ve piyasada bu Kanuna uygun şekilde davranılmasını sağlamaktan sorumludur…” hükümlerine yer verilmiştir.
Madde metninden de açıkça anlaşılacağı üzere, Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na tüketicilere yapılacak elektrik satışlarında uygulanacak fiyatlandırmaya esas unsurları tespit etme görevi verilmiştir.
Bu maddede de anlatılmak istenen hususun 1 kw elektrik enerjisinin tüketicilere ulaşıncaya kadarki maliyet ve kar payı olup yoksa Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu’na sınırsız bir fiyatlandırma unsuru belirleme yetkisi ve görevi vermediği açıktır.
Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu bu maddeye dayanarak 11/08/2002 gün ve 24843 sayılı Resmi Gazetede yayımlanan “Perakende Satış Hizmet Geliri ile Perakende Enerji Satış Fiyatlarının Düzenlenmesi Hakkında Tebliğ’i yayımlanmış ve lisans sahibi şirketlerde bu tebliğe uygun olarak tüketicilerden kayıp-kaçak ve sayaç okuma bedeli adı altında bir bedel tahsil etmişlerdir.
Ancak yukarıda açıklandığı üzere tebliğin dayanağı olan 4628 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu’nun 4. maddesinde, Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu’na sınırsız bir fiyat belirleme hak ve yetkisi verilmemiştir.
Elektrik enerjisinin nakli esnasında meydana gelen kayıp bir başka kişiler tarafından hırsızlanmak suretiyle kullanılan elektrik bedellerinin (kaçak) kurallara uyan abonelerden tahsili yoluna gitmek hukuk devleti ve adalet düşünceleri ile bağdaşmamaktadır.
Hem bu hal parasını her halükarda tahsil eden davalı Kurum’un çağın elektrik gelişmelerine ayak uydurmasına engel olur, yani davalı kendi teknik alt ve üst yapısını yenileme ihtiyacı duymayacağı gibi; elektriği hırsızlamak suretiyle kullanan kişilere karşı önlem alma ve takip etmek için gerekli girişimlerde de bulunmasını engeller. Oysa ki elektrik kaybını önleme ve hırsızlıkları engelleme veya hırsızı takip edip, belli bedeli ondan tahsil etme görevi de bizzat enerjinin sahibi bulunan davalıya aittir.
Bununla birlikte nihai tüketici olan vatandaşın faturalara yansıtılan kayıp-kaçak ve sayaç okuma bedelinin hangi miktarda olduğunun apaçık denetlenebilmesi ve hangi hizmetin karşılığında ne bedel ödediğini bilmesi şeffaflık ve hukuk devletinin vazgeçilmez unsurlarındandır. (Aynı ilkeler Hukuk Genel Kurulunun 21/05/2014 tarih, 2013/7-2454 Esas, 2014/679 Karar sayılı ilamı ile de benimsenmiştir.)
Hal böyle olunca mahkemece, yukarıda belirtilen ilke ve esaslar doğrultusunda inceleme yapılarak, davalının kayıp-kaçak ve sayaç okuma bedeli tahakkuku uygulamasının yerinde olmadığı nazara alınarak davanın kabulüne karar verilmesi gerekirken yanılgılı değerlendirme ile yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya aykırıdır.
Sonuç: Bu itibarla yukarıda açıklanan yasaklar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nun 428. maddesi gereğince bozulmasına ve peşin alınan temyiz harcının isteği halinde temyiz edene iadesine, 01.07.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT-2-

TAŞINMAZ SATIŞ VAADİNE TOPRAK KORUMA KANUNU ENGELİ…
Mesajgönderen admin » 25 Ara 2014, 16:17

YARGITAY 14. Hukuk Dairesi
ESAS: 2014/2217
KARAR: 2014/5780

Davacı tarafından, davalı aleyhine 18/05/2011 gününde verilen dilekçe ile satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 24/06/2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kâğıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

Dava, satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Davacı vekili, davalı ile davacının aralarında akdettikleri …3. Noterliğinin 27.01.1995 tarihli ve …yevmiye numaralı satış vaadi sözleşmesi ile 450 ve 556 parsel sayılı taşınmazlarda davalının murisinden intikal edecek payının 2.000,00 m2’lik kısmını satmayı vaadettiğini, sözleşme bedeli olan 15.000,00 TL’nin davalıya peşin olarak ödendiğini ancak davalının ferağ vermeye yanaşmadığını belirterek sözleşme konusu taşınmazların tevhit ve ifrazı ile oluşan 1595 parsel sayılı taşınmazın 2.000,00 m2’lik kısmının tapu kaydının iptali ile davacı adına tescilini talep etmiştir.

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, dava konusu taşınmazın zilyetliğinin davalıda olduğu, taşınmazın büyüklüğünün 4.395,35 m2 olduğu, buna göre 5403 sayılı Yasa açısından bölünemez büyüklüğün üzerinde olduğu gerekçesi ile dava konusu 1595 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki 163/378 hissesinin iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiştir.

Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.

5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda toprağın korunması, geliştirilmesi, tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi ve bölünmelerinin önlenmesi, tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazilerin çevre öncelikli sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak planlı kullanımını sağlayacak usul ve esasları belirlemek amacıyla yeniden bazı düzenlemeler yapılmıştır. (30.4.2014-6537/1. m)

Kanunun “Tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi” başlıklı 8. maddesi gereğince tarım arazileri; doğal özellikleri ve ülke tarımındaki önemine göre, nitelikleri mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ve marjinal tarım arazileri olarak sınıflandırılmıştır. (31.01.2007-5578/2. m)

Yapılan düzenlemelerle, asgari tarımsal arazi büyüklüğüne erişmiş tarımsal arazilerin bölünemez eşya niteliği kazanmış olacağı,

Asgari tarımsal arazi büyüklüğünün mutlak tarım arazileri, marjinal tarım arazileri ve özel ürün arazilerinde 2 hektar, dikili tarım arazilerinde 0,5 hektar, örtü altı tarımı yapılan arazilerde 0,3 hektardan küçük belirlenemeyeceği, ifraz edilemeyeceği, hisselendirilemeyeceği, Hazine taşınmazlarının satış işlemleri hariç olmak üzere pay ve paydaş adedinin artırılamayacağı hüküm altına alınmıştır. (30/4/2014-6537/4 md.)

Kanunun 3. maddesinde; mutlak tarım arazisi, özel ürün arazisi, dikili tarım arazisi, marjinal tarım arazisi, asgari tarımsal arazi büyüklüğü ve yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğü ayrı ayrı tanımlanmıştır.(30.4.2014-6537/3 m)

Paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyeti şeklinde birlikte mülkiyetin söz konusu olduğu tarım arazilerinde satışa konu edilemeyen yerlerin satış vaatlerine de konu olamayacağı kuşkusuzdur.

Asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin üzerinde olan tarım arazileri yukarıda belirtilen miktarların altında ifraz edilmemek şartıyla oranına bakılmaksızın hisseli olarak satılabilir.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olaya gelince; satış vaadi sözleşmesine konu taşınmazların belirlenen tarımsal niteliğinin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı İl veya İlçe Müdürlüğünden sorulup görüşü alındıktan sonra tescilin mümkün olup olmadığı belirlenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. Satış vaadi sözleşmesine konu payın arazinin büyüklüğü itibariyle belirlenen tarımsal niteliğine göre satışının mümkün olmadığının anlaşılması halinde davanın reddi, aksi halde kabul kararı verilmesi gerekir.

Mahkemece, yukarıda belirtilen yasa hükümleri doğrultusunda gerekli araştırmalar yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine, 05.05.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İÇTİHAT-3-

T.C.YARGITAY21. HUKUK DAİRESİE. 2013/20237K. 2014/15776T. 01.07.2014

* TEMYİZ SÜRESİNİN BAŞLANGICI (Kısa Kararda Hükmün Tüm Unsurları Yer Alsa Bile Temyiz Süresinin Gerekçeli Kararın Tebliğinden Başlayacağı – Tarafların Gerekçeli Karar Tebliğ Edilmeden Önce Süre Tutum Veya Gerekçeli Dilekçe Sunmak Suretiyle Kararı Temyiz Ettikleri Hallerde Dahi Kararın Gerekçesini Dikkate Alarak Yeni Temyiz Gerekçelerine Dayanmalarının Mümkün Olduğu)

* HÜKMÜN TEFHİMİ (Gerekçesiz Olarak Tefhim Edilen Kararda Temyiz Süresinin Gerekçeli Kararın Tebliğinden Başlayacağı – Süre Tutum veya Gerekçeli Temyiz Dilekçesi Verildiği Halde Dahi Gerekçeli Kararın Tebliği Gerektiği/Davanın Tümden Kabulü Ya da Reddi Söz Konusu Olsa Bile Tarafların Kararın Gerekçesini Temyiz Etmekte Hukuki Yararları Bulunabileceği)

* SÜRE TUTUM VEYA GEREKÇELİ TEMYİZ DİLEKÇESİ VERİLMESİ (Taraflara Gerekçeli Karar Tebliğ Edilmeden Önce – Gerekçesiz Olarak Tefhim Edilen Kararda Temyiz Süresinin Gerekçeli Kararın Tebliğinden Başlayacağı/Tarafların Kararın Gerekçesini Temyiz Etmekte Hukuki Yararları Bulunabileceği/Adil Yargılanma Hakkı)

* GEREKÇELİ KARARIN TEBLİĞİ (Kısa Kararda Hükmün Tüm Unsurları Yer Alsa Bile Temyiz Süresinin Gerekçeli Kararın Tebliğinden Başlayacağı – Gerekçeli Kararın Gönderilmemesinin Adil Yargılanma Hakkını İhlal Edeceği/Anayasa Mahkemesi 2. Bölüm 20.03.2014 gün ve 2012/1034 Sayılı Kararı)

* HÜKMÜN GEREKÇESİNİN TEMYİZİ (Hükme İlişkin Tüm Hususların Gerekçesi İle Birlikte Tefhim Edilmediği Hallerde Gerekçeli Kararın Taraflara Tebliğinin Zorunlu Olduğu – Süre Tutum veya Gerekçeli Temyiz Dilekçesi Verildiği Halde Dahi Tarafların Kararın Gerekçesini Temyiz Edebilecekleri)

* İŞ MAHKEMELERİ KARARLARI (5521 S.K. Md. 8’de Yer Alan ve Temyiz Süresinin Başlangıcına Esas Alınan Tefhim Kavramının “Hükme İlişkin Tüm Hususların Gerekçesi İle Birlikte Açıklandığı Hal” Olarak Anlaşılması Gerektiği – Kısa Kararda Hükmün Tüm Unsurları Yer Alsa Bile Temyiz Süresinin Gerekçeli Kararın Tebliğinden Başlayacağı)

6100/m. 321/2
5521/m. 8
Anayasa Mahkemesi (2. Bölüm) 20.03.2014 gün ve 2012/1034 sayılı kararı

ÖZET : Hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilmediği hallerde gerekçeli kararın taraflara tebliği zorunludur. Mahkemece, taraflara tefhim edilen kısa kararda (hüküm özeti) hükmün tüm unsurları yer almakla birlikte kararın gerekçesinin tefhim edilememesi halinde temyiz süresi gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlar.

Tarafların, gerekçeli karar tebliğ edilmeden önce, temyiz süre tutum dilekçesi veye gerekçeli temyiz dilekçesi sunmak suretiyle kararı temyiz ettikleri hallerde dahi, kararın gerekçesini dikkate alarak yeni temyiz gerekçelerine dayanmaları mümkün olduğundan, bu gibi hallerde bile gerekçeli kararın taraflara tebliği gerekir.

Davanın tümden kabulü yada reddi söz konusu olsa bile tarafların kararın gerekçesini temyiz etmekte hukuki yararları bulunabileceğinden, bu gibi durumlarda bile gerekçeli kararın yöntemince taraflara tebliği zorunludur.

5521 sayılı Kanun’un 8.maddesinde yer alan ve temyiz süresinin başlangıcına esas alınan tefhim kavramının “hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklandığı hal” olarak anlaşılması zorunludur.

DAVA : Hükmün, davalı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine temyiz isteğinin süresinde olduğu anlaşıldıktan ve Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen raporla dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra işin gereği düşünüldü ve aşağıdaki karar tespit edildi:

KARAR : 01.10.2011 tarihinde yürürlüğe giren 6100 sayılı HMK’nın 321.maddesinin 2.fıkrasına göre; kararın tefhimi için hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklanamadığı ve bu nedenle zorunlu olarak hüküm özetinin tefhim edildiği hallerde, gerekçeli kararın en geç bir ay içinde yazılarak tebliğe çıkartılması gerekir. Bu hüküm doğrultusunda, hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte tefhim edilmediği hallerde gerekçeli kararın taraflara tebliği zorunludur (Anayasa Mahkemesi Başkanlığı’nın (İkinci Bölüm) 20.03.2014 gün ve 2012/1034 Başvuru sayılı kararı da aynı yöndedir).

Mahkemece, taraflara tefhim edilen kısa kararda (hüküm özeti) hükmün tüm unsurları yer almakla birlikte kararın gerekçesinin tefhim edilememesi halinde temyiz süresi gerekçeli kararın tebliğinden itibaren başlar. Ancak, hüküm tüm unsurları ve gerekçesi ile birlikte tefhim edilmiş ise artık hükmün HMK’nın 321/2 maddesine göre usulüne uygun ve eksiksiz bir biçimde tefhim edildiği kabul edilir ve temyiz süresi tefhim tarihinden itibaren başlar. 5521 sayılı Kanun’un 8.maddesinde yer alan ve temyiz süresinin başlangıcına esas alınan tefhim kavramının “hükme ilişkin tüm hususların gerekçesi ile birlikte açıklandığı hal” olarak anlaşılması zorunludur.

Tarafların, gerekçeli karar tebliğ edilmeden önce, temyiz süre tutum dilekçesi veye gerekçeli temyiz dilekçesi sunmak suretiyle kararı temyiz ettikleri hallerde dahi, kararın gerekçesini dikkate alarak yeni temyiz gerekçelerine dayanmaları mümkün olduğundan, bu gibi hallerde bile gerekçeli kararın taraflara tebliği gerekir.

Davanın tümden kabulü yada reddi söz konusu olsa bile tarafların kararın gerekçesini temyiz etmekte hukuki yararları bulunabileceğinden, bu gibi durumlarda bile gerekçeli kararın yöntemince taraflara tebliği zorunludur.

Yukarıda yer alan açıklamalar doğrultusunda;

SONUÇ : Temyiz eden davalı Kurum vekilince sunulan temyiz dilekçesinin, HUMK’nun 433. maddesi gereğince davacı vekiline yöntemince tebliğ edilerek, tebligat parçası eklendikten sonra gönderilmek üzere, dosyanın mahalline GERİ ÇEVRİLMESİNE, 01.07.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT – 4 –

HAZİNE VE KAMU KURUMLARINA AİT KİRALANANLARDA TAHLİYE USULÜ
YARGITAY 6. Hukuk Dairesi
ESAS: 2013/10608
KARAR: 2014/1003

Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan yukarıda tarih ve numarası yazılı alacak ve tahliye davasına dair kararın temyiz incelemesi duruşmalı olarak davalı tarafından süresi içinde istenilmekle gün tayin edilerek taraflara gönderilen davetiyelerin tebliğ edilmesi üzerine belli günde davalı vekili Av… ve davacı vekili Av…geldiler. Hazır bulunanların sözlü beyanları dinlendikten sonra dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü.

Dava, süre bitimi nedeniyle fuzuli işgal nedeniyle vaki müdahalenin meni ve tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece davanın kabulüne karar verilmiş hüküm davalı vekili tarafından duruşmalı olarak temyiz edilmiştir.

Davacı vekili dava dilekçesinde, Üniversitenin …kampusü … Yanında bulunan kantin ve kafeterya tesislerinin 2886 Sayılı Kanunun 51 maddesine göre kiraya verildiğini, kira sözleşme süresinin 22.09.2007 tarihinde sona erdiği halde kiracının tahliye etmediğini, 28.09.2007 tarihinde 2886 Sayılı kanunun 75/4 maddesine göre …Kaymakamlığından kiralananın tahliyesinin istendiğini, Kaymakamlıkça önce tahliye için karar verip kararın kiracıya tebliğ edildiğini, kiracının itirazı üzerine verilen tahliye kararının adlı makamlarca çözümlenmesini gerektiğini bildirince işlemin iptali için …İdare mahkemesinin 2008/30 sayılı dosyasında açılan davada tahliyenin kabul edildiği ve tahliyeye karar verilmesine rağmen bu kararın Danıştay 10. Dairesinin 2009/129 sayılı yürütmenin durdurulmasına karar verilmesi üzerine davalının yeniden kiralanana yerleştiğini, davalının …1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2009/491 E.sayılı dosyasında açtığı muarazaanın meni davasının reddedilerek kesinleştiğini belirterek işgal ve müdahalenin önlenmesi ve yıllık kira bedeli 22.440. TL’nin %2’si olan günlük 448.80 TL’den hesaplanacak cezanın yasal faiziyle birlikte tahsilini istemiştir. Davalı vekili ise dava konusu yerin 6570 Sayılı kanuna tabi olduğunu, 2886 sayılı kanunu 75. maddesinin uygulama yerinin bulunmadığını, kira sözleşmesinin 6570 sayılı kanun 11. maddesi gereğince kendiliğinden yenilendiğini, tahliye davalarının 6570 sayılı kanunun 7 maddelerinden birine dayanması gerektiğini davanın süresinde açılmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.

Hükme esas alınan 15.06.1999 başlangıç tarihli ve 7 yıl 9 ay süreli kira sözleşmesi konusunda taraflar arasında bir uyuşmazlık bulunmamaktadır.Sözleşmede “kiralanan …Üniversitesi …Kampusu …kafeterya (…) projesine uygun kantin ve kafeterya tesisleri, (kiracı) tarafından inşa edilerek oluşacak tesisler “ olarak belirtilmiştir.Sözleşmenin 12 maddesinde de inşaat süresinin 4 ay olduğunu ve inşaat süresinin 01.12.1999 tarihini geçmeyeceği kabul edilmiştir. Kira sözleşmesinde kiralanan arsa olarak kiraya verilmiş ise de kiralayan tarafından üzerine tesis yapılmasına izin verildiği ve yapılan tesislerle birlikte kiralanacağı belirtildiğine göre kiralananın genel hükümlere tabi olmayıp konut ve çatılı işyeri kiraları (6570 sayılı Gayrimenkul Kiraları Hakkındaki Kanun Hükümleri) hükümlerine tabi bulunduğu anlaşılmaktadır.

Kiralanan genel hükümlere tabi olmadığından süre bitimi ile kira sözleşmesi sona ermez.Konut ve çatılı iş yerleri kira sözleşmesi TBK 347/1 (6570 sayılı kanunun 11 maddesi gereğince) aynı şartlarda birer yıl uzamış sayılır.Bu nedenle konut ve çatılı iş yeri kiralarının tahliyesi için TBK belirtilen (6570 sayılı kanunun 7 maddesindeki) nedenlere dayanılarak davanın açılması gerekir.

Öte yandan 2886 sayılı kanunu 75 maddesine göre” Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, İl Özel İdareleri ve Belediyeler 2886 Sayılı Yasa uyarınca kiraya verdikleri taşınmazlarını, kira süresi sonunda, işgal ne kadar süre devam ederse etsin kiralananın 6570 Sayılı Yasaya ya da Borçlar Kanununa tabi olup olmadığına bakılmaksızın her zaman gerek mahkemeden gerekse mülkiye amirinden tahliyesini isteyebilirler. Ancak; Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, İl Özel İdareleri ve Belediyeler dışında diğer kuruluşlar (somut olayda davalı Üniversite) taşınmazı 2886 sayılı Yasa uyarınca kiraya vermiş olsa bile anılan yasanın 75.maddesine dayanarak taşınmazın tahliyesini sağlayamazlar. Açıklanan nedenlerle kiralanan musakkaf nitelikte olup konut ve çatılı iş yerleri hükümlerine tabi olduğuna , kira sözleşmesinin yıldan yıla yenilendiğine ve TBK’nun da belirtilen tahliye sebeplerinden birine de dayanılmadığına, kiralananın 2886 Sayılı Yasanın 75.maddesi uyarınca tahliyesi istenemeyeceğine göre davanın reddine karar verilmesi gerekirken yazılı şekilde karar verilmesi doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir.

SONUÇ:Yukarıda açıklanan nedenlerle temyiz itirazlarının kabulü ile 6100 sayılı HMK.ya 6217 Sayılı Kanunla eklenen geçici 3.madde hükmü gözetilerek HUMK.nın 428.maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, Yargıtay duruşması için kendisini veiklle temsil ettiren davalı yararına takdir olunan 1100 TL vekalet ücretinin davacıdan alınıp davalıya verilmesine, istek halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 28.01.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT – 5 –

Mirasın reddedilmiş olmasının, aleyhlerine başlatılan icra takibinde, mirasçılara süresiz şikayet hakkı vermeyeceğine dair..
Yargıtay HGK
19.11.2014
2013/12-2240 E.
2014/929 K.

Dava, takibin iptali istemine ilişkindir.

Davacı-borçlular vekili, davalı tarafından miras bırakanları Osman Ö.’in düzenlediği bono nedeniyle aleyhlerine İzmir 26. İcra Müdürlüğü’nün 2012/….. Esas sayılı dosyası ile icra takibi başlatıldığını, takip talebinde neden kendilerine karşı takip yapıldığına ilişkin bir kayıt bulunmadığını, ayrıca daha evvel mirası reddettiklerini, bu nedenle murislerinin borçlarından sorumlu olmadıklarını ileri sürerek takibin iptalini istemişlerdir.

Davalı(alacaklı), yanıt vermemiştir.

Mahkemece, davacılara kambiyo senetlerine özgü takip nedeniyle ödeme emri çıkarıldığı, en son tebligatın 16/08/2012 tarihinde borçlular vekiline tebliğ edildiği, eldeki davanın ise 23/08/2012 tarihinde açıldığı, kambiyo senetlerine karşı itirazların 5 gün içerisinde yapılması gerektiği, itirazın süresinde olmadığı gerekçesi ile evrak üzerinde itirazın reddine karar verilmiştir.

Davacılar( borçlular) vekilinin temyizi üzerine hüküm Özel Dairece, yukarıda başlık bölümünde metni aynen alınan gerekçe ile bozulmuştur.

Yerel Mahkeme, azınlık görüşündeki bir kısım gerekçeyi tekrarla itirazın süresinde olmadığı gerekçesi ile önceki kararda direnmiş; ancak bozmada değinilen davalı(alacaklı) vekili lehine vekalet ücreti hükmedilmesine ilişkin hükme direnme kararında yer vermemiştir.

Direnme kararını temyize davacı- borçlular vekili getirmiştir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık, davacıların(borçluların) isteminin borca itiraza mı, yoksa şikayet yolu ile takibin iptaline mi ilişkin olduğu; buna göre istemlerinin süreye tabi olup olmadığı; mahkemece takibin iptaline karar verilmesinin gerekip gerekmediği noktasında toplanmaktadır.

Dosya içeriği ve toplanan delillerden; alacaklı Akif M. tarafından Bursa 9.İcra Dairesi’nin 2012/…. Esas sayılı icra dosyası ile Osman Ö. mirasçıları denilmek suretiyle borçlular Şeniz Ö.A., Ayşe Ö. ve Mustafa Ö. aleyhine 23.09.2009 vade tarihli 14.000.- TL bedelli bonoya dayalı olarak 11.04.2012 tarihinde, kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile takip başlatıldığı, dosyanın yetkisizlik kararı üzerine İzmir 26.İcra Dairesine gönderildiği, adı geçen icra dairesi tarafından da 09.08.2012 tarihli 10 nolu ödeme emrinin davacı-borçlular vekiline 16.08.2012 tarihinde tebliğ edildiği, 23.08.2012 tarihinde ise eldeki davanın açıldığı görülmektedir.

Davacı-borçlular aleyhinde takibe konu bononun keşidecisi olan Osman Ö.’in mirasçıları olarak takip yapıldığı, davacı- borçluların da takip tarihinden evvel İzmir 14.Sulh Hukuk Mahkemesince verilen 24.03.2011 Tarih, 2011/… E. 2011/… K. ve 05.04.2011 Tarih, 2011/… E. 2011/… K. sayılı ilamları ile mirası reddettiklerinden miras bırakanlarının borçlarından sorumlu olmayacaklarını, aleyhlerine takip yapılamayacağını ileri sürerek takibe karşı koydukları anlaşılmaktadır.

İmzaya itiraz dışındaki diğer (borcun mevcut olmadığı, ödendiği, ertelendiği, zamanaşımına uğradığı, takas, yetki itirazı gibi) bütün itirazlara borca itiraz denilmektedir ( İcra ve İflas Hukuku El Kitabı, Prof. Dr. Baki Kuru syf. 665). Davacı- borçlular mirası redden dolayı borçlu olmadıklarını ileri sürdüklerine göre, başvuruları 2004 sayılı İcra İflas Kanunu’nun 169.maddesine dayalı borca itiraz niteliğindedir. Aynı kanunun 168/5.maddesi uyarınca borçluların, borca itirazını, ödeme emrinin tebliğinden itibaren 5 gün içerisinde dilekçe ile icra mahkemesine bildirmeleri gerekir.

Somut olayda; davacı- borçlular vekiline ödeme emrinin 16.08.2012 tarihinde tebliğ edildiği, davanın ise 5 günlük itiraz süresi geçtikten sonra 23.08.2012 tarihinde açıldığı anlaşıldığından, yerel mahkemece itirazın reddine ilişkin olarak verilen karar yerindedir.

Hukuk Genel Kurulu görüşmeleri sırasında bir kısım üyeler tarafından, mirası ret kurumunun Türk Medeni Kanunu’nda düzenlendiğini, mirası reddin tespitine ilişkin mahkeme kararlarının varlığının ileri sürülmesinin borca itiraz sebebi kabul edilmesinin salt süresinde ileri sürülmediği için etkisiz hale getirilmesi sonucunu doğuracağı ve mirası reddeden mirasçıları kanuna aykırı olarak, borcu ödemek zorunda bırakabileceği, bu nedenle İİK’nun 16.maddesi uyarınca süresiz şikayet yolu ile ileri sürülmesi gerektiği görüşü savunulmuşsa da, yukarda açıklanan nedenlerle ve süresinde itiraz edilmeme halinde borçluların koşulları varsa menfi tespit davası açabilecekleri gerekçesi ile bu görüş Kurul çoğunluğunca benimsenmemiştir.

Açıklanan nedenlerle, direnme kararı onanmalıdır.

SONUÇ : Davacılar-borçlular vekilinin temyiz itirazlarının reddi ile, yukarıda açıklanan nedenlerle 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla direnme kararının ONANMASINA, gerekli temyiz ilam harcı peşin alındığından başkaca harç alınmasına mahal olmadığına, 19.11.2014 gününde oyçokluğu ile karar verildi

İÇTİHAT- 6 –

TAŞINMAZ SATIŞ VAADİNE TOPRAK KORUMA KANUNU ENGELİ…
Mesajgönderen admin » 25 Ara 2014, 16:17

YARGITAY 14. Hukuk Dairesi
ESAS: 2014/2217
KARAR: 2014/5780

Davacı tarafından, davalı aleyhine 18/05/2011 gününde verilen dilekçe ile satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil istenmesi üzerine yapılan duruşma sonunda; davanın kabulüne dair verilen 24/06/2013 günlü hükmün Yargıtayca incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmekle süresinde olduğu anlaşılan temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra dosya ve içerisindeki bütün kâğıtlar incelenerek gereği düşünüldü:

Dava, satış vaadi sözleşmesine dayalı tapu iptali ve tescil isteğine ilişkindir.

Davacı vekili, davalı ile davacının aralarında akdettikleri …3. Noterliğinin 27.01.1995 tarihli ve …yevmiye numaralı satış vaadi sözleşmesi ile 450 ve 556 parsel sayılı taşınmazlarda davalının murisinden intikal edecek payının 2.000,00 m2’lik kısmını satmayı vaadettiğini, sözleşme bedeli olan 15.000,00 TL’nin davalıya peşin olarak ödendiğini ancak davalının ferağ vermeye yanaşmadığını belirterek sözleşme konusu taşınmazların tevhit ve ifrazı ile oluşan 1595 parsel sayılı taşınmazın 2.000,00 m2’lik kısmının tapu kaydının iptali ile davacı adına tescilini talep etmiştir.

Davalı vekili, davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, dava konusu taşınmazın zilyetliğinin davalıda olduğu, taşınmazın büyüklüğünün 4.395,35 m2 olduğu, buna göre 5403 sayılı Yasa açısından bölünemez büyüklüğün üzerinde olduğu gerekçesi ile dava konusu 1595 parsel sayılı taşınmazın tapu kaydındaki 163/378 hissesinin iptali ile davacı adına tesciline karar verilmiştir.

Hükmü, davalı vekili temyiz etmiştir.

5403 sayılı Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanununda toprağın korunması, geliştirilmesi, tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi ve bölünmelerinin önlenmesi, tarımsal arazi ve yeter gelirli tarımsal arazilerin çevre öncelikli sürdürülebilir kalkınma ilkesine uygun olarak planlı kullanımını sağlayacak usul ve esasları belirlemek amacıyla yeniden bazı düzenlemeler yapılmıştır. (30.4.2014-6537/1. m)

Kanunun “Tarım arazilerinin sınıflandırılması, asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin belirlenmesi” başlıklı 8. maddesi gereğince tarım arazileri; doğal özellikleri ve ülke tarımındaki önemine göre, nitelikleri mutlak tarım arazileri, özel ürün arazileri, dikili tarım arazileri ve marjinal tarım arazileri olarak sınıflandırılmıştır. (31.01.2007-5578/2. m)

Yapılan düzenlemelerle, asgari tarımsal arazi büyüklüğüne erişmiş tarımsal arazilerin bölünemez eşya niteliği kazanmış olacağı,

Asgari tarımsal arazi büyüklüğünün mutlak tarım arazileri, marjinal tarım arazileri ve özel ürün arazilerinde 2 hektar, dikili tarım arazilerinde 0,5 hektar, örtü altı tarımı yapılan arazilerde 0,3 hektardan küçük belirlenemeyeceği, ifraz edilemeyeceği, hisselendirilemeyeceği, Hazine taşınmazlarının satış işlemleri hariç olmak üzere pay ve paydaş adedinin artırılamayacağı hüküm altına alınmıştır. (30/4/2014-6537/4 md.)

Kanunun 3. maddesinde; mutlak tarım arazisi, özel ürün arazisi, dikili tarım arazisi, marjinal tarım arazisi, asgari tarımsal arazi büyüklüğü ve yeter gelirli tarımsal arazi büyüklüğü ayrı ayrı tanımlanmıştır.(30.4.2014-6537/3 m)

Paylı mülkiyet veya elbirliği mülkiyeti şeklinde birlikte mülkiyetin söz konusu olduğu tarım arazilerinde satışa konu edilemeyen yerlerin satış vaatlerine de konu olamayacağı kuşkusuzdur.

Asgari tarımsal arazi büyüklüklerinin üzerinde olan tarım arazileri yukarıda belirtilen miktarların altında ifraz edilmemek şartıyla oranına bakılmaksızın hisseli olarak satılabilir.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olaya gelince; satış vaadi sözleşmesine konu taşınmazların belirlenen tarımsal niteliğinin Tarım ve Köyişleri Bakanlığı İl veya İlçe Müdürlüğünden sorulup görüşü alındıktan sonra tescilin mümkün olup olmadığı belirlenerek sonucuna göre bir karar verilmesi gerekir. Satış vaadi sözleşmesine konu payın arazinin büyüklüğü itibariyle belirlenen tarımsal niteliğine göre satışının mümkün olmadığının anlaşılması halinde davanın reddi, aksi halde kabul kararı verilmesi gerekir.

Mahkemece, yukarıda belirtilen yasa hükümleri doğrultusunda gerekli araştırmalar yapılarak sonucuna göre bir karar verilmesi gerekirken eksik inceleme ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerle, davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin harcın istek halinde yatırana iadesine, 05.05.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İÇTİHAT – 7 –

POSTACININ HATALI TEBLİGATI NEDENİYLE DOĞAN ZARARIN TAZMİNİ
YARGITAY 4. Hukuk Dairesi
ESAS: 2013/8842
KARAR: 2014/5067
Davacı M… vekili Av… tarafından, davalılar T.C. Posta Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü vdl. aleyhine 19/12/2006 gününde verilen dilekçe ile maddi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 05/06/2012 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalılar vekilleri tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
1-Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik görülmemesine göre davalı Sezgin Kurtaran’ın tüm temyiz itirazları reddedilmelidir.
2-Davalı PTT Genel Müdürlüğü’nün temyiz itirazları yönünden;
Dava, haksız fiil nedeniyle maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, aleyhine yapılan icra takibi kapsamında, kendi adına İcra Müdürlüğü’nce gönderilen ödeme emrine, kıymet takdir raporuna ve diğer hususlara dair tebligatların davalı PTT Genel Müdürlüğü’nde görevli dava dışı posta memuru tarafından, usulsüz bir şekilde tebliğ yapılması nedeniyle taşınmazının icra kanalıyla satılması sonucu uğramış olduğu maddi ve manevi manevi zararın tazminini istemiştir.
Mahkemece işin esası incelenerek istemin bir bölümü kabul edilmiş, karar davalılar tarafından temyiz edilmiştir.
Dosya içeriğinden; davalı PTT Genel Müdürlüğü’ne yöneltilen davanın, davacıya icra müdürlüğünce çıkarılan tebligatın, davalı idare çalışanı tarafından tebliği sırasında gerekli özenin gösterilmeyerek usulsüz olarak yapılması sonucu davacının zarara uğraması hukuksal nedenine dayandırıldığı anlaşılmaktadır. Adli makamlarca, dava ya da takibin muhataplarına yapılan tebligatların doğru ve güvenli bir şekilde adrese teslimi ve bu kapsamdaki işlerin denetlenmesi PTT Genel Müdürlüğü’nün kamu hizmeti kapsamındaki görevleri arasındadır. Özellikle adli makamlarca yapılan tebligatlarla ilgili 7201 Sayılı Tebligat Kanunu’nun 1. ve geçici 1. maddeleri ile 5584 Sayılı Posta Kanunu’nun 1. ve 2. maddeleri dikkate alındığında; davalı idarenin adli tebligatlarla ilgili faaliyetleri tekel şeklinde yürütülen kamusal bir faaliyet olduğundan, bu görevin hiç veya gereği gibi yerine getirilmemesi hizmet kusuru niteliğindedir. İdare’nin işlemi ya da eylemi nedeni ile doğan zararlardan dolayı; İdari Yargılama Usulü Yasası’nın 2/1-b maddesi gereğince İdare’ye karşı, idari yargı yerinde tam yargı davası açılması gerekir. Görev sorunu, açıkça veya hiç ileri sürülmese de kendiliğinden dikkate alınır. Mahkemece anılan davalı yönünden yargı yolu bakımından görevsizlik kararı verilmesi gerekirken yazılı gerekçe ile işin esası incelenerek karar verilmiş olması doğru değildir. Bu nedenle kararın bozulması gerekmiştir.
3-Davalı Adalet Bakanlığı’nın temyiz itirazlarına gelince;
Davalılardan S…tarafından davacı aleyhine bonoya dayalı olarak …3. İcra Müdürlüğü’nün 2004/7168 sayılı dosyası ile yapılan icra takibinde ödeme emri takip talebinde ve bonoda borçlu adresi olarak gösterilen “…Mah. …Sok. No: 22 …/…” adresine çıkartılmış, mahalle muhtar vekilinin “muhatabın gösterilen adreste tanınmadığı” beyanına istinaden iade edilmiştir. Alacaklı vekili tarafından borçlunun yeni adresi olarak bildirilen “…Mah. …., No:15 …/…” adresine çıkartılan ödeme emri muhtarın “muhatabın yurt dışında olduğu…”beyanına istinaden iade edilmiştir. Daha sonra yeniden borçlu adresi olarak bildirilen “…Mah. 30/7 Sok. No:26 …/…” adresine ödeme emri tebliğe çıkartılmış” 19.07.2004 tarihinde birlikte sakin amca oğlu A… tebliğ edilmiş, takibin kesinleşmesinden sonra da kıymet takdir raporu aynı adrese tebliğe çıkarılarak muhatabın eşi olduğu belirtilen kişiye tebliğ edilmiştir. Bundan sonraki tebligatlar da aynı adrese çıkartılarak davacıya ait bağımsız bölümün açık artırma sonucu 18.01.2005 tarihinde satışı gerçekleştirilmiştir.
Davalı Adalet Bakanlığı aleyhine icra müdürünün usulsüz tebligata rağmen icra takibini kesinleştirdiği, gerekli özeni göstermediği, icra müdürünün de kusurunun bulunduğu gerekçesiyle dava açılmıştır. İcra müdürünün muhatap adına tebligat yapılan kişilerin gerçekte var olup olmadıklarını ve kimlik bilgilerini kontrol etme yükümlülüğü bulunmadığından davacı zararından davalı Adalet Bakanlığı’nın sorumlu tutularak davanın kısmen kabulüne karar verilmesi usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bu nedenle de bozulması gerekmiştir.
SONUÇ: Temyiz edilen kararın yukarıda (2) nolu bentte gösterilen nedenle davalı PTT Genel Müdürlüğü, (3) nolu bentte gösterilen nedenle davalı Adalet Bakanlığı yararına BOZULMASINA, davalı S…’ın (1) nolu bentte gösterilen nedenle temyiz itirazlarının reddine, bozma nedenine göre diğer temyiz itirazlarının bu aşamada incelenmesine yer olmadığına ve temyiz eden davalı T.C. Posta Telgraf Teşkilatı Genel Müdürlüğü’nden peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 26/03/2014 gününde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
233 sayılı Kamu İktisadi Teşebbüsleri Hakkında Kanun Hükmünde Kararname’ye ekli cetvelde Kamu İktisadi Kuruluşları arasında yer alan PTT, aynı Kararname’nin 2/3. maddesi gereğince sermayesinin tamamı devlete ait olup tekel niteliğindeki mal ve hizmetleri kamu yararı gözeterek üretmek ve pazarlamak üzere kurulan ve gördüğü bu kamu hizmeti dolayısıyla ürettiği mal ve hizmetler imtiyaz sayılan kamu iktisadi teşebbüsü olarak tanımlanmıştır. PTT’nin, Kanun Hükmünde Kararname ve Ana Statü’de yer alan düzenlemeler saklı kalmak üzere özel hukuk kurallarına bağlı olduğu belirtilmiştir. Sözü edilen yasal düzenlemelerden, bu nitelikteki kuruluşların özel hukuk kurallarına göre yönetileceği ve faaliyet göstereceği, eylem ve işlemlerinin idari eylem ve işlem niteliğinde olmayıp diğer özel hukuk tüzel kişilerinde olduğu gibi, özel hukuka ilişkin bulunduğu sonucuna varılmalıdır. Davalılardan PTT Genel Müdürlüğü’nün açıklanan niteliği gereği, üçüncü kişilerle aralarında çıkacak uyuşmazlıklara da idari yargı yerinde değil, adli yargı yerinde bakılmalıdır.
Yerel mahkemece, açıklanan yasal düzenlemeler gözetilmeyerek, davalı PTT Genel Müdürlüğü yönünden yargı yolu bakımından mahkemenin görevsizliği nedeniyle dava dilekçesinin reddi gerektiği yolundaki bozma kararının (2) nolu bendine katılmıyorum. 26/03/2014

İÇTİHAT-8-

Yargıtay Hukuk Genel Kurul Kararı
T.C.
YARGITAY
HUKUK GENEL KURULU

E. 2013/17-72
K. 2013/1558
T. 13.11.2013

• DESTEKTEN YOKSUN KALMA TAZMİNATI ( Trafik Sigortacısının İşletenin Zarardan Sorumlu Tutulabildiği Hallerde Zararı Gidermekle Yükümlü Olduğu – Olayda İşletenin Sorumluluğunun Bulunmaması Karşısında Davalı Sigorta Şirketinin de Sorumluluğu Olmadığının Kabulü Gerektiği )

• ZORUNLU MALİ SORUMLULUK SİGORTASI ( İşletenin Yaptırma Zorunluluğu Bulunduğu/Olayda Davacıların Desteğinin Kusursuz Dava Dışı Araç Sürücüsünün Tam Kusurlu Olduğu – İşletenin Sorumluluğunun Bulunmaması Karşısında Desteğin Sürücü Olduğu Aracın Trafik Sigortacısı Davalı Sigorta Şirketinin de Sorumluluğu Olmayacağı )

• İŞLETENİN SORUMLULUĞU ( Aracın Sürücüsünün veya Aracın Kullanılmasına Katılan Yardımcı Kişilerin Kusurundan Kendi Kusuru Gibi Sorumlu Olacağı – Kazada Dava Dışı Araç Sürücüsünün Tam Kusurlu Olmasının İşletenin Sorumluluğuna Gidilebilmesi İçin Gerekli Olan İlliyet Bağını Kestiği/Destekten Yoksun Kalma Tazminatı )

• SORUMLULUKTAN KURTULABİLECEK HALLER ( Kazanın Üçüncü Kişinin Ağır Kusurundan İleri Geldiğini İspat Ederse Mümkün Olduğu – Meydana Gelen Olayda Davacıların Desteği Sürücünün Kusursuz Dava Dışı Araç Sürücüsünün Tam Kusurlu Olduğu/İşletenin Destek Zararının Tazmini Bakımından Hukuki Bir Sorumluluğunun Bulunmadığı )

2918/m.85,86,91

ÖZET : Asıl ve birleşen dava, davalı sigorta şirketine zorunlu mali sorumluluk sigortası ile sigortalanan aracın sürücüsü olan davacıların desteklerinin ölümü nedeniyle destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir. Davacıların desteğinin sürücüsü olduğu araç ile dava dışı bir kişinin idaresindeki aracın çarpışması sonucu meydana gelen kazada her iki araç sürücüsü de ölmüştür. Aracın işleteni, dava dışı ölen desteğin eşidir. Davacıların desteğinin sürücü olduğu aracın trafik sigoracısı ise, davalı sigorta şirketidir. Davacılar eldeki dava ile, trafik kazasında desteğin ölümü sonucu uğradıkları zararın, davalı sigortadan tazminini istemektedirler. Mahkemece, kusur durumunun belirlenmesi için alınan bilirkişi raporunda davacıların desteğinin kusursuz olduğu, tam kusurun şerit ihlali yapan diğer aracın sürücüsünde olduğu kabul edilmiş ve rapor mahkemece de benimsenmiştir. Araç işleteni, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulabileceğine göre, meydana gelen olayda davacıların desteği sürücünün kusursuz, dava dışı araç sürücüsünün tam kusurlu olması nedeniyle, işletenin destek zararının tazmini bakımından hukuki bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Zira, kazada dava dışı araç sürücüsünün tam kusurlu olması, işletenin sorumluluğuna gidilebilmesi için gerekli olan illiyet bağını kesmiştir. Buna göre, trafik sigortacısı, işletenin zarardan sorumlu tutulabildiği hallerde zararı gidermekle yükümlü olduğundan, somut olayda işletenin sorumluluğunun bulunmaması karşısında, davalı sigorta şirketinin de sorumluluğu yoktur.

DAVA : Taraflar arasındaki “destekten yoksun kalma tazminatı” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Konya 1.Asliye Hukuk Mahkemesi’nce verilen asıl ve birleşen davanın kabulüne dair verilen 02.12.2010 gün ve 2010/113 E-2010/499 K. Sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 17.Hukuk Dairesi’nin 09.02.2012 gün ve 2011/1517 E-2012/1373 K. Sayılı ilamı ile;

( … Davacılar vekili asıl ve birleştirilen davada davalının trafik sigortacısı olduğu aracın neden olduğu kaza sonucunda müvekkillerinin desteğinin hayatını kaybettiğini ileri sürerek ayrı ayrı 7.500,00 TL destekten yoksun kalma tazminatının davalıdan tahsiline karar verilmesini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece, iddia, savunma ve benimsenen bilirkişi raporuna göre trafik sigortasının araç sürücüsüne yönelik sorumluluğu bulunmadığına ilişkin bir düzenleme yer almadığı ve araç sürücüsü olan davacıların desteğinin kusursuz olması nedeniyle oluşan zararın davalının sorumluluğunda olduğu gerekçesi ile davanın kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava, trafik kazasından kaynaklanan destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkin olup, davalı sigorta şirketi davacıların desteğinin sürücüsü olduğu aracın trafik sigortacısıdır. Meydana gelen kazada her iki araç sürücüsü de hayatını kaybetmiştir. Mahkemece kusur durumunun belirlenmesi için alınan bilirkişi raporunda davacıların desteğinin kusursuz olduğu, tam kusurun şerit ihlali yapan diğer aracın sürücüsünde olduğu kabul edilmiş ve rapor mahkemece de benimsenmiştir. 2918 Sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun 91.maddesi delaletiyle 85.maddesinde aracın işletilmesi nedeniyle meydana gelen zararlardan araç işleteninin sorumlu olduğu ve işletenin bu sorumluluğunun karşılanması için trafik sigortası yaptırmasının zorunlu olduğu düzenlenmiştir. O halde trafik sigortası araç işletenin sorumluluğunu üzerine almış bulunmasına göre ancak işletenin zarardan sorumlu tutulabildiği hallerde zararı gidermekle yükümlüdür. Aynı yasanın 86.maddesinde araç işleteni, kazanın üçüncü kişinin ağır kusurundan kaynaklandığını kanıtlaması halinde sorumluluktan kurtulacağı belirtilmiştir. Dava konusu olayda dava dışı araç sürücüsünün tam kusurlu eylemi kazaya neden olmuştur. Bu nedenle araç işleteni ve trafik sigortacısının meydana gelen zarardan sorumlu tutulması mümkün değildir. Mahkemece davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yazılı şekilde hüküm kurulması doğru görülmemiştir… ),

Gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda; mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Hukuk Genel Kurulu’nca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:

KARAR : Asıl ve birleşen dava, davalı sigorta şirketine zorunlu mali sorumluluk sigortası ile sigortalanan aracın sürücüsü olan davacıların desteklerinin ölümü nedeniyle destekten yoksun kalma tazminatı istemine ilişkindir.

Mahkemece, asıl ve birleşen davanın kabulüne dair verilen karar davalı sigorta şirketi vekilinin temyizi üzerine, Özel Daire’ce yukarıya metni aynen alınan gerekçe ile bozulmuş, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

Direnme kararını, davalı sigorta şirketi vekili temyize getirmiştir.

Bozma ve direnme kararlarının kapsamı itibariyle; davalı şirketin zorunlu mali sorumluluk sigortacısı olduğu aracın sürücüsü olan davacılar murisinin meydana gelen trafik kazasında öldüğü; eldeki tazminat davasının, ölenin mirasçıları tarafından destekten yoksun kalmaya dayalı olarak açıldığı, Yerel Mahkeme ile Özel Daire arasında uyuşmazlık konusu değildir.

Hukuk Genel Kurulu önüne gelen uyuşmazlık; araç sürücüsünün kusuru olmadan meydana gelen trafik kazasında ölmesi sonucu, onun desteğinden yoksun kalanların aracın işleteni, dolayısıyla işletenin sigortacısı davalı sigorta şirketinden destekten yoksun kalma tazminatı isteyebilip isteyemeyecekleri noktasında toplanmaktadır.

Öncelikle uyuşmazlığa ilişkin hukuki kavram ve kurumlar ile ilgili mevzuatın irdelenmesinde yarar vardır:

İşleten ve araç işleticisinin bağlı bulunduğu teşebbüs sahibinin hukuki sorumluluğu, 2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu ( KTK )’nun 85.maddesinde:

“İşleten ve Araç İşleticisinin Bağlı Olduğu Teşebbüs Sahibinin Hukuki Sorumluluğu” başlıklı söz konusu maddenin 1.fıkrasında; “Bir motorlu aracın işletilmesi bir kimsenin ölümüne veya yaralanmasına yahut bir şeyin zarara uğramasına sebep olursa, motorlu aracın bir teşebbüsün unvanı veya işletme adı altında veya bu teşebbüs tarafından kesilen biletle işletilmesi halinde, motorlu aracın işleteni ve bağlı olduğu teşebbüsün sahibi, doğan zarardan müştereken ve müteselsilen sorumlu olurlar.” hükmü, aynı maddesinin son fıkrasında “işleten ve araç işleticisi teşebbüsün sahibi, aracın sürücüsünün veya aracın kullanılmasına katılan yardımcı kişilerin kusurundan kendi kusuru gibi sorumludur.”

Şeklinde düzenlenmiştir.

2918 sayılı KTK’nun 86.maddesinde ise, bu Kanunun 85. maddesinde düzenlenen sorumluluktan kurtulma ve sorumluluğu azaltma koşullarına yer verilmiştir.

Bu düzenlemelere göre, araç işleteni veya araç işleteninin bağlı bulunduğu teşebbüs sahibi, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulabilecek; sorumluluktan kurtulamayan işleten veya araç işleticisinin bağlı olduğu teşebbüs sahibi ise kazanın oluşunda zarar görenin kusurunun bulunduğunu ispat ederse, hakim, durum ve şartlara göre tazminat miktarını indirebilecektir.

Burada kanun koyucu zarar görenin kusuru nispetinde indirim yapılabileceğini öngörmüş ve indirimi zorunlu tutmayarak hakimin taktirine bırakmıştır. Uygulama ve öğretide de bu husus kabul edilmektedir ( S. Ünan, “Ergün A. Çetingil ve Rayegan Kender’e 50.Birlikte Çalışma Yılı Armağanı 2007”, s. 1180 ).

Kanun koyucu, açıklanan düzenlemeler yanında 2918 sayılı KTK’nun 91 .maddesiyle de; işletenin aynı Kanunun 85.maddesinin birinci fıkrasına göre olan sorumluluklarının karşılanmasını sağlamak üzere mali sorumluluk sigortası ( Karayolları Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası ) yaptırma zorunluluğunu getirmiştir.

Nitekim aynı ilkeler, Hukuk Genel Kurulu’nun 15.06.2011 gün ve E:2011/17-142, K:411; 22.02.2012 gün ve E:2011/17-787, K.2012/92; 27.06.2012 gün ve E:2012/17-215, K:413 sayılı ilamlarında da benimsenmiştir.

Hemen belirtilmelidir ki, işletenin sorumluluğu hukuki nitelikçe tehlike sorumluluğuna ilişkin bulunmakla birlikte, işletenin hukuki sorumluluğunu üstlenen zorunlu sigortacının 91.maddede düzenlenen sorumluluğu ise, akdi ( sözleşmesel ) niteliktedir. Sözkonusu akdi ilişki, işleten ile onun hukuki sorumluluğunu üzerine alan zorunlu ( trafik ) sigortacısı arasındadır.

Karayolları Trafik Kanunu’nda zorunlu trafik sigortasına ilişkin olarak, sorumluluğun kapsamı yanında, bu kapsam dışında kalan haller de açıkça düzenlenmiştir.

Bu belge 5070 sayılı Yasa hükümlerine göre elektronik olarak imzalanmıştır.

2918 sayılı Karayolları Trafik Kanunu’nun “Zorunlu Mali Sorumluluk Sigortası Dışında Kalan Hususlar” başlıklı 92.maddesinde:

“Aşağıdaki hususlar, zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışındadırlar.

a )İşletenin; bu Kanun uyarınca eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilere karşı yöneltebileceği talepler,

b )Işletenin; eşinin, usul ve füruunun, kendisine evlat edinme ilişkisi ile bağlı olanların ve birlikte yaşadığı kardeşlerinin mallarına gelen zararlar nedeniyle ileri sürebilecekleri talepler,

c )İşletenin; bu Kanun uyarınca sorumlu tutulmadığı şeye gelen zararlara ilişkin talepler,

d )Bu Kanunun 105’inci maddesinin üçüncü fıkrasına göre zorunlu mali sorumluluk sigortasının teminatı altında yapılacak motorlu araç yarışlarındaki veya yarış denemelerindeki kazalardan doğan talepler,

e )Motorlu araçta taşınan eşyanın uğrayacağı zararlar,

f )Manevi tazminata ilişkin talepler.”

hükmü ile, zorunlu trafik sigortacısının hangi zararlardan sorumlu olmadığı düzenleme altına alınmış; burada örnekseme yoluna gidilmeyip; tek tek ve tahdidi olarak sorumlu olunmayan haller sıralanmıştır ( Hukuk Genel Kurulu’nun 22.02.2012 gün ve E:2011/17-787, K:2012/92 sayılı ilamı ).

Öte yandan, 2918 sayılı KTK’nun 92/a maddesinde yer alan “İşletenin; bu Kanun uyarınca eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilere karşı yöneltebileceği taleplerin zorunlu mali sorumluluk sigortası kapsamı dışında olduğuna” ilişkin hükmü üzerinde de durulmalıdır.

Vurgulamakta yarar vardır ki, bu hüküm işletenin eyleminden sorumlu olduğu kişilere yönelik kendi zararına dayalı talepleri noktasında önem arz etmektedir. Salt sigorta şirketinin dava edildiği ve üçüncü kişinin zararının söz konusu olduğu durumlarda bu hükmün uygulama alanı bulamayacağı açıktır.

Sonuç itibariyle; araç işleteni, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulabileceğine göre, işletenin ve dolayısıyla onun hukuki sorumluluğunu üstlenen zorunlu mali sorumluluk sigortacısının sorumluluğuna gidilemeyecektir.

Yukarıda yapılan açıklamalar ışığında somut olayın değerlendirilmesinde; davacıların desteğinin sürücüsü olduğu araç ile dava dışı bir kişinin idaresindeki aracın çarpışması sonucu meydana gelen kazada her iki araç sürücüsü de ölmüştür.

Aracın işleteni, dava dışı ölen desteğin eşidir. Davacıların desteğinin sürücü olduğu aracın trafik sigoracısı ise, davalı sigorta şirketidir.

Davacılar eldeki dava ile, trafik kazasında desteğin ölümü sonucu uğradıkları zararın, davalı sigortadan tazminini istemektedirler.

Mahkemece, kusur durumunun belirlenmesi için alınan bilirkişi raporunda davacıların desteğinin kusursuz olduğu, tam kusurun şerit ihlali yapan diğer aracın sürücüsünde olduğu kabul edilmiş ve rapor mahkemece de benimsenmiştir.

Yukarıda belirtildiği üzere, araç işleteni, kendisinin veya eylemlerinden sorumlu tutulduğu kişilerin kusuru bulunmaksızın ve araçtaki bozukluk kazayı etkilemiş olmaksızın kazanın bir mücbir sebepten veya zarar görenin veya üçüncü kişinin ağır kusurundan ileri geldiğini ispat ederse sorumluluktan kurtulabileceğine göre, meydana gelen olayda davacıların desteği sürücünün kusursuz, dava dışı araç sürücüsünün tam kusurlu olması nedeniyle, işletenin destek zararının tazmini bakımından hukuki bir sorumluluğu bulunmamaktadır. Zira, kazada dava dışı araç sürücüsünün tam kusurlu olması, işletenin sorumluluğuna gidilebilmesi için gerekli olan illiyet bağını kesmiştir.

Buna göre, trafik sigortacısı, işletenin zarardan sorumlu tutulabildiği hallerde zararı gidermekle yükümlü olduğundan, somut olayda işletenin sorumluluğunun bulunmaması karşısında, davalı sigorta şirketinin de sorumluluğu yoktur.

Açıklanan nedenlerle; mahkemece, yukarıda yapılan açıklamalar göz ardı edilerek, yerinde bulunmayan gerekçeyle yazılı biçimde hüküm kurulmuş olması doğru değildir.

Hal böyle olunca; yerel mahkemece, Hukuk Genel Kurulu’nca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.

Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.

SONUÇ : Davalı HDI Sigorta A.Ş. vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile; direnme kararının yukarıda ve Özel Daire bozma ilamında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 Sayılı Kanunun 30.maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429.maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde temyiz peşin harcının yatırana geri verilmesine, 1086 sayılı HUMK’nun 440.maddesi uyarınca kararın tebliğinden itibaren 15 gün içerisinde karar düzeltme yolu açık olmak üzere, 13.11.2013 gününde oybirliği ile karar verildi.

İÇTİHAT- 9-

T.C.

YARGITAY

6. HUKUK DAİRESİ

E. 2014/945

K. 2014/11170

T. 16.10.2014

• DİE’NİN 12 AYLIK ÜFE ENDEKSİNE GÖRE KİRA TESPİTİ ( Davacı 1.8.2009 Başlangıç Tarihli Sözleşmede 1.8.2013 Tarihinden İtibaren Kira Tespiti İstediği – Tespiti İstenilen Dönemin Endeks Dönemi Olduğu Kabul Edilerek D.İ.E.’nin 12 Aylık ÜFE Endeksine Göre Kira Tespiti Yapılacağı/Mahkemece Hak ve Nesafete Göre Kira Parasının Tespitinin Doğru Olmadığı )

• KİRA BEDELİ TESPİTİ ( İndeks Dönemi – 1.8.2009 Başlangıç Tarihli Sözleşmede 1.8.2013 Tarihinden İtibaren Kira Tespiti İstenildiği/Mahkemece Tespiti İstenilen Dönemin Endeks Dönemi Olduğu Kabul Edilerek D.İ.E.’nin 12 Aylık ÜFE Endeksine Göre Kira Tespiti Yapılacağı )

• ENDEKS DÖNEMİ KABUL ETME ( Kira Bedeli Tespiti – 1.8.2009 Başlangıç Tarihli Sözleşmede 1.8.2013 Tarihinden İtibaren Kira Tespiti İstenildiği/Mahkemece Tespiti İstenilen Dönemin Endeks Dönemi Olduğu Kabul Edileceği )

6098/m.344

6101/m.2

ÖZET : Dava, kira bedelinin tespiti istemine ilişkindir. 1.8.2009 başlangıç tarihli sözleşmede 1.8.2013 tarihinden itibaren kira tespiti istendiği, mahkemece tespiti istenilen dönemin endeks dönemi olduğu kabul edilerek, DİE.nin 12 aylık ÜFE endeksine göre kira tespiti yapılması gerekirken, hak ve nesafete göre kira parasının tespiti doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir.

DAVA : Mahalli mahkemesinden verilmiş bulunan yukarda tarih ve numarası yazılı kira bedelinin tespiti davasına dair karar, davalı tarafından süresi içinde temyiz edilmiş olmakla, dosyadaki bütün kağıtlar okunup gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : Dava, kira bedelinin tespiti istemine ilişkindir. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne, aylık kiranın 1.8.2013 tarihinden itibaren brüt 2340 TL olarak tespitine karar verilmiş, hüküm davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı vekili dava dilekçesinde, davacıya ait taşınmazda davalının önceki malik ile yapılan 1.8.2009 başlangıç tarihli ve bir yıl süreli sözleşme ile kiracı olduğunu, davalının en son ödediği 1650 aylık kira bedelinin emsallerinin çok altında kaldığını belirterek 1.8.2013 tarihinden itibaren aylık kira bedelinin 2100 TL olarak tespitini istemiştir. Davalı vekili, talep edilen kira bedelinin fahiş olduğunu, 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu’nun 344.maddesi gereğince geri dönem için belirlenecek kira bedelinin önceki kira yılında üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçemeyeceğini ve davanın reddini savunmuştur. Mahkemece hak ve nesafet uygulamasına göre kira bedelinin 1.8.2013 tarihinden itibaren aylık brüt 2340 TL olarak tespitine karar verilmiştir.

Yerleşik Yargıtay uygulamalarına göre şartlar değişmediği ve özel gelişmelerin varlığı iddia ve ispat edilmedikçe, hak ve nesafet ilkesine göre kira parasının tespit edildiği dönemden sonra üç yıl için ard arda endeks uygulanarak bulunacak kira parasının o dönem için hak ve nesafete uygun ve aşırı olmayan bir kira parası olduğu ilke olarak kabul edilmeli ve ona göre uygulama yapılmalıdır. Üç yıldan sonra ise yeniden hak ve nesafete göre kira parası tespit edilebilecektir. 1.7.2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanunu 344. maddesi uyarınca 1 Temmuz 2012 tarihinde yürürlüğe giren 6098 Sayılı Türk Borçlar Kanun’unun 344.cü maddesinde “… Tarafların yenilenen kira dönemlerinde uygulanacak kira bedeline dair anlaşmaları, bir önceki kira yılında üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçmemek koşuluyla geçerlidir. Bu kural, bir yıldan daha uzun süreli kira sözleşmelerinde de uygulanır. Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılmamışsa, kira bedeli, bir önceki kira yılının üretici fiyat endeksindeki artış oranını geçmemek koşuluyla hakim tarafından, kiralananın durumu göz önüne alınarak hakkaniyete göre belirlenir. Taraflarca bu konuda bir anlaşma yapılıp yapılmadığına bakılmaksızın, beş yıldan uzun süreli veya beş yıldan sonra yenilenen kira sözleşmelerinde ve bundan sonraki her beş yılın sonunda, yeni kira yılında uygulanacak kira bedeli, hakim tarafından üretici fiyat endeksindeki artış oranı, kiralananın durumu ve emsal kira bedelleri göz önünde tutularak hakkaniyete uygun biçimde belirlenir. Her beş yıldan sonraki kira yılında bu biçimde belirlenen kira bedeli, önceki fıkralarda yer alan ilkelere göre değiştirilebilir.” hükmü, Türk Borçlar Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkındaki Kanunun 2. maddesinde, geçmişe etkili olma başlığı altında “… Türk Borçlar Kanununun düzenine ve genel ahlaka dair kuralları gerçekleştirdikleri tarihe bakılmaksızın, bütün fiil ve işlemlere uygulanır.” hükmü yer almaktadır. Türk Borçlar Kanununun kira artışına dair 344. maddesindeki düzenleme kiracıları koruyucu nitelikte olup, kamu düzenine ilişkindir.

Olayımızda; 1.8.2013 tarihinden itibaren kira parasının tespiti istenmiş olup, mahkemece yukarıdaki ilke ve esaslar gözetilerek, tespiti istenilen dönemin endeks dönemi olduğu kabul edilerek, DİE.nin 12 aylık ÜFE endeksine göre kira tespiti yapılması gerekirken, yazılı gerekçe ile hak ve nesafete göre kira parasının tespiti doğru olmadığından hükmün bozulması gerekmiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan sebeplerle temyiz itirazlarının kabulüyle 6100 Sayılı HMK.ya 6217 Sayılı Kanunla eklenen geçici 3.madde hükmü gözetilerek HUMK.nın 428. maddesi uyarınca hükmün BOZULMASINA, istenmesi halinde peşin alınan temyiz harcının temyiz edene iadesine, 16.10.2014 tarihinde oybirliği ile karar verildi.

İÇTİHAT- 10-

HEKİMİN KİŞİSEL SORUMLULUĞU

YARGITAY 4. Hukuk Dairesi
ESAS: 2014/644
KARAR: 2014/2037

Davacı N…vekili Avukat G…tarafından, davalı İ… aleyhine 05/01/2005 gününde verilen dilekçe ile maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 24/09/2013 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

Dava, kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken, kusurları sonucu kişilere zarar vermelerinden kaynaklanan ve zarar görenlerin kamu görevlileri aleyhine açtıkları maddi ve manevi tazminat davasıdır. Mahkemece, davanın kısmen kabulüne karar verilmiş; hüküm, davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken veya görevlerini yaparken kişilere zarar vermesi, ilgili kamu kurumunun hizmet kusurunu oluşturur. Bu durumda sorumlu, kamu görevlisinin emrinde çalışmakta olduğu kamu kurumu olup dava o kurum aleyhine açılmalıdır.( TC Anayasası 40/III, 129/V, 657 Sy. K.13, HGK 2011/4-592 E., 2012/25 K.) Bu konuda yasal düzenlemeler, emredici hükümler içermektedir. Diğer yandan Sorumluluk Hukukunun temel ilkeleri açısından bakıldığında da bu şekilde düzenlemenin mevzuatta yer almış olması zarar görenin zararının karşılanması yönünde önemli bir teminattır.

Davaya konu edilen olayda; …SSK Hastanesinde doktor olarak görevli davalının, davacıya yanlış ve hatalı ameliyatı nedeniyle davacının tekrardan ameliyat olmak zorunda kalması nedeniyle maddi ve manevi tazminat isteminde bulunulmuştur.

Şu durumda, yerel mahkemece kamu görevlisi olan davalı hakkında, kusuruna dayanılarak açılan davanın husumet yönünden reddine karar verilmesi gerekirken, yerinde olmayan yazılı gerekçe ile işin esası incelenerek yazılı şekilde karar verilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.

SONUÇ: Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenlerle BOZULMASINA; bozma nedenine göre davalının diğer temiyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 10/02/2014 gününde oyçokluğuyla karar verildi.

KARŞI OY YAZISI

Anayasa’nın 129/5. maddesi ile 657 sayılı Devlet Memurları Yasası’nın 13/1. maddesi gereğince memurlar ve diğer kamu görevlilerinin yetkilerini kullanırken kusurlu eylemleri nedeniyle oluşan zararlardan doğan tazminat davaları, kendilerine rücu edilmek kaydıyla ve yasada gösterilen biçim ve koşullara uygun olarak idare aleyhine açılabilir. İdare aleyhine böyle bir davanın açılabilmesi, hizmet kusurundan kaynaklanmış, idari işlem ve eylem niteliğini yitirmemiş davranışlar ile sınırlıdır. Kamu görevlisinin, özellikle haksız eylemlerde, Anayasa ve özel yasalardaki bu güvenceden yararlanma olanağı bulunmamaktadır.

Dava dilekçesinde belirtilen maddi olgulardan davalının salt kişisel kusuruna dayanıldığının anlaşılması karşısında öncelikle bu iddia doğrultusunda delillerin toplanıp değerlendirilerek sonuca varılması gerekir. Açıklanan nedenlerle çoğunluğun bozma kararına katılmıyorum.10/02/2014

İÇTİHAT – 11-

TRAFİK KAZASI NEDENİ İLE ARAÇTA MEYDANA GELEN DEĞER KAYBI

YARGITAY 17. Hukuk Dairesi
ESAS: 2014/21322
KARAR: 2014/17939

Taraflar arasındaki tazminat davasının yapılan yargılaması sonunda; kararda yazılı nedenlerden dolayı davanın reddine dair verilen hükmün süresi içinde davacı vekili tarafından temyiz edilmesi üzerine dosya incelendi gereği düşünüldü:

Davacı vekili müvekkile ait aracın, davalı sigorta şirketine zorunlu mali mesuliyet sigorta sözleşmesi ile sigortalı aracın çarpması sonucu hasarlandığını belirtip, fazlaya ilişkin hakları saklı kalmak üzere meydana gelen hasar nedeniyle araçta gerçekleşen 1.500,00 TL değer kaybı zararının 11.08.2010 tarihinden işleyecek avans faiziyle birlikte davalıdan tahsiline karar verilmesini istemiş 27.05.2013 tarihli ıslah dilekçesi ile talep sonucunu 2.625,00 TL’ye yükseltmiştir.

Davalı sigorta şirketi vekili sorumluluklarının poliçe limiti, sigortalılarının kusuru ve gerçek zararla sınırlı olduğunu belirtip, yapılan ödemeler nedeniyle poliçe limitinin dolduğunu, değer kaybı yönünden zaman aşımının gerçekleştiğini ve daha önce verilen ilamla kesin hüküm oluştuğunu bildirerek davanın reddini savunmuştur.

Mahkemece tüm dosya kapsamına göre davanın kesin hüküm nedeniyle reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava trafik kazasından kaynaklanan değer kaybı tazmini istemine ilişkindir.

Somut olayda, aracı, davalıya zorunlu mali mesuliyet sigortası ile sigortalı aracın çarpması sonucu hasarlanan davacı, araç hasarı için icra takibi yapmış, icra takibine yapılan itiraz üzerine itirazın iptali davası açmış, araçtaki değer kaybı yönünden de daha sonra iş bu tazminat davasını açmış olup, mahkemece hasara ilişkin olarak daha önce …5. Sulh Hukuk Mahkemesinde açılan 2010/1215 esas sayılı dosyada davanın kısmi dava olduğu belirtilmediğinden ve anılan dava kesinleştiğinden davanın kesin hüküm nedeniyle reddine karar verilmiştir.

6100 sayılı HMK’nın kesin hükmü düzenleyen 303. maddesinde (1086 sayılı HUMK 237. md ) “(1) Bir davaya ait şeklî anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir. (2) Bir hüküm, davada veya karşılık davada ileri sürülen taleplerden, sadece hükme bağlanmış olanlar hakkında kesin hüküm teşkil eder. (3) Kesin hüküm, tarafların küllî halefleri hakkında da geçerlidir. (4) Bir dava dolayısıyla ortaya çıkan kesin hüküm, o hükmün kesinleşmesinden sonra dava konusu şeyin mülkiyetini tarafların birisinden devralan yahut dava konusu şey üzerinde sınırlı bir ayni hak veya fer’î zilyetlik kazanan kişiler hakkında da geçerlidir. Ancak, Türk Medenî Kanununun iyiniyetle mal edinmeye ait hükümleri saklıdır. (5) Müteselsil borçlulardan biri veya birkaçı ile alacaklı arasında yahut müteselsil alacaklılardan biri veya birkaçı ile borçlu arasında oluşan kesin hüküm, diğerleri hakkında geçerli değildir.” hükmüne yer verilmiştir. Bu hükme göre kesin hükmün söz konusu olabilmesi için daha önce açılarak hükme bağlanmış ve kesinleşmiş olan davanın tarafları, dava sebebi ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davanın talep sonucunun aynı olduğu ikinci bir dava açılması gerekir.

Değer kaybı, aracın trafik kazası sonucu hasarlanıp, onarılmasından sonraki değeri ile hiç hasarlanmamış haldeki değeri arasındaki farka ilişkin olup, araçtaki değer kaybı belirlenirken, aracın markası, yaşı, modeli ve hasar gördüğü kısımları dikkate alınarak aracın kaza tarihinden önceki 2.el satış değerinin tespiti ile aracın tamir edildikten sonra ikinci el satış değerinin tespiti ve arasındaki fark değer kaybını gösterir. Trafik kazasından kaynaklanan hasar bedeli ise aracın trafik kazası sonucu darbelere maruz kalması nedeniyle araçta oluşan teknik nitelikteki zararın giderilmesi ile ilgili onarım giderlerine ilişkin olup, aracın kullanıma hazır eski haline getirilmesi için yapılan tamir ve parça değişimi giderlerine yöneliktir. Değer kaybı aracın hasara uğraması halinde meydana gelmekte ancak yukarıda belirtildiği gibi hasardan tamamen farklıdır. Onarım giderleri ile değer kaybının aynı davada birlikte istenmesi ya da hasarın giderilmesi için talepte bulunulurken değer kaybının ayrıca talep edilmesi için fazlaya ilişkin hakların saklı tutulmasına ilişkin yasal bir zorunluluk bulunmamaktadır.

Açılan dava davacı aracında trafik kazası sonucu meydana geldiği iddia olunan değer kaybı tazminatına ilişkin olup, kesin hüküm olarak kabul edilen önceki dava ise davacı aracında trafik kazası sonucu oluşan hasar bedeline yönelik olup dava konuları farklıdır.

Bu durumda mahkemece değer kaybı tazminatı talep edilebilmesi için hasara ilişkin önceki davada davanın kısmi dava olduğunun belirtilmesine gerek bulunmadığı ve bu dava için kesin hüküm olduğu nitelendirilen anılan davanın konusu ile bu davanın konularının farklı olduğu gözetilerek işin esasına girilip tarafların iddia, savunma ve delilleri toplanarak varılacak sonuca göre karar verilmesi gerekirken yazılı olduğu şekilde davanın reddine karar verilmesi doğru görülmemiştir.

SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle davacı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile hükmün BOZULMASINA, peşin alınan harcın istek halinde temyiz eden davacıya geri verilmesine 08.12.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT – 12-

İNTERNET BANKACILIĞI GÜVENLİĞİ- BANKANIN SORUMLULUĞU
T.C.
YARGITAY
11. Hukuk Dairesi

ESAS: 2014/4531
KARAR: 2015/2470

Taraflar arasında görülen davada … 9. Asliye Ticaret Mahkemesi’nce bozmaya uyularak verilen 19/11/2013 tarih ve 2013/236-2013/269 sayılı kararın duruşmalı olarak incelenmesi davalı vekili tarafından istenmiş olup, duruşma için belirlenen 24/02/2015 günü başkaca gelen olmadığı yoklama ile anlaşılıp hazır bulunan davalı vekili Av… dinlenildikten sonra duruşmalı işlerin yoğunluğu ve süre darlığından ötürü işin incelenerek karara bağlanması ileriye bırakıldı. Tetkik Hakimi tarafından düzenlenen rapor dinlenildikten ve yine dosya içerisindeki dilekçe, layihalar, duruşma tutanakları ve tüm belgeler okunup incelendikten sonra işin gereği görüşülüp, düşünüldü:

Davacı vekili, müvekkilinin davalı banka nezdinde mevduat hesabı bulunduğunu, davalı bankanın internet bankacılığı hizmetlerinden yararlanmak için müvekkilinin kullanıcı kodu ve şifresi aldığını, internet üzerinden bankacılık işlemi yaptığı sırada davacının tüm özeni gösterdiğini, kullanıcı kodu ve şifresini 3. şahıslara vermediğini, davacının 12.05.2004 tarihinde davalı bankayı arayarak internet işlemlerine kapatılması talimatı verdiğini, aynı gün hesapların internet bankacılığına kapatıldığının teyit edildiğini, ancak 18.05.2004 tarihinde “hacker” olarak adlandırılan şahıslar tarafından davacı hesabında bulunan döviz ve fonlar bozdurularak, 30.536.000.000 TL’nin başka hesaplara havale edildiğini, hesabın internet işlemlerine kapatılması talimatına rağmen aynı kod ve şifre ile işlem yapılmasına izin verilmesi nedeniyle davalı bankanın ağır kusurlu olduğunu ileri sürerek, 30.536.000.000 TL’nin olay tarihinden itibaren ticari faiziyle birlikte davalıdan tahsilini talep ve dava etmiştir.

Davalı vekili, davacının kullandığı bilgisayarın güvenliğini sağlamadığını, olayda davacının ağır kusurlu olduğunu savunarak, davanın reddini istemiştir.

Mahkemece bozma ilamına uyularak yapılan yargılama sonunda, davanın kabulüne karar verilmiştir.

Kararı, davalı vekili temyiz etmiştir.

Dosyadaki yazılara, mahkemece uyulan bozma kararı gereğince hüküm verilmiş olmasına ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, davalı vekilinin bütün temyiz itirazları yerinde değildir.

SONUÇ: Yukarıda açıklanan nedenlerden dolayı, davalı vekilinin bütün temyiz itirazlarının reddiyle usul ve kanuna uygun bulunan hükmün ONANMASINA, aşağıda yazılı bakiye 1.564,00 TL temyiz ilam harcının temyiz edenden alınmasına, 24/02/2015 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT – 13-

-KAT MALİKLERİ GENEL KURULU NASI KARAR ALIR-

Yargıtay Hukuk Dairesi Kararı
T.C.
YARGITAY
Onsekizinci Hukuk Dairesi

E:2014/10996
K:2014/15010
T: 28.10.2014

· Kat Malikleri Kurulu Toplantısında Alınan Kararların İptali

Özet: Kat Malikleri Kurulu toplantısında karar alabilmek için maliklerin sayı ve arsa payı bakımından yarısından fazlasıyla toplanıp oyçokluğu ile karar alması gerektiği; ayrıca bir kat malikinin bütün kat maliklerinin dörtte beşinin yazılı rızasını almadıkça ana taşınmazda inşaat, onarım yaptıramayacağı gözetilmelidir.

(634 s. KMK m. 34, 41, 19)

Dava dilekçesinde, 12.02.2012 tarihli kat malikleri kurulu toplantısında alınan bir kısım kararların iptaline karar verilmesini talep etmiştir. Mahkemece davanın reddine karar verilmiş, hüküm davacı vekili tarafından temyiz edilmiştir.
Temyiz isteminin süresi içinde olduğu anlaşıldıktan sonra dosyadaki bütün kâğıtlar okunup gereği düşünüldü:
Davacı dava dilekçesinde 12.02.2012 tarihli kat malikleri kurul toplantısının olağanüstü toplantı olduğunu belirterek, toplantıda alınan kararların Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 30. ve 32. maddelerine aykırı olarak alınmış olması nedeniyle iptalini talep etmiş ayrıca toplantıda alınan 3-4-5 ve 6. katlara asma tavan yapılması ve her kat malikinden 150,00 TL toplanmasına dair kararın gündem dışı alındığını belirterek bu yönde alınan kararın da iptalini istemiş, mahkemece dava reddedilmiştir.
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasal gerektirici nedenlere ve özellikle kanıtların takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre sair temyiz itirazları yerinde değildir.
Ancak;
1- Dosyada bulunan bilgi ve belgelere göre, kat mülkiyetli ana gayrimenkulde 382 bağımsız bölüm bulunduğu, yönetim planına göre davaya konu edilen kat malikleri kurulu toplantısının ikinci olağan toplantı olduğu, toplantıya asaleten ve vekâleten 152 kat malikinin katıldığı anlaşılmıştır.
Kat Mülkiyeti Kanunu’nun, 34. ve 41. maddelerine göre yönetici ve deneticiler kat maliklerinin sayı ve arsa payı çoğunluğu ile atanabilirler. Aynı Yasanın 30. maddesine göre kat malikleri kurulunca kat maliklerinin sayı ve arsa payı bakımından yarısından fazlasıyla toplanır ve oyçokluğuyla karar verilir. Buna göre toplantı yeter sayısı aranmaksızın yapılacak olan kat malikleri kurulu toplantısında, katılanların çoğunluğunun oyları ile yasal koşul olan sayı ve arsa payı çoğunluğu sağlanmadıkça yönetici ve denetçi atamasıyla ilgili karar alınamaz. Dava dilekçesinde de toplantıda alınan kararların geçersiz olması nedeniyle iptaline karar verilmesi istenildiğine göre mahkemece Yasanın 34. ve 41. maddelerinde yazılı çoğunluk sağlanmadan alınan yönetici ve denetçi atanmasıyla ilgili kararların iptaline karar verilmesi gerekirken, bu hususların dava dilekçesinde açıkça belirtilmediği gerekçesi ile davanın reddine karar verilmesi,
2- 634 sayılı Kat Mülkiyeti Kanunu’nun 19. maddesinin 2. fıkrasına göre, kat maliklerinden biri, bütün kat maliklerinin beşte dördünün yazılı rızası olmadıkça anataşınmazın ortak yerlerinde inşaat, onarım, tesis ve değişiklik yaptıramaz. Buna göre kat malikleri kurulu toplantısında gündeme alınarak yapılmasına karar verilen asma tavanların anataşınmazın mimari projesinde bulunup bulunmadığı ve binanın statiğine zarar verip vermediği, sağlamlığını etkileyip etkilemediği konusunda bilirkişiden rapor alınması ve bu raporun sonucuna göre karar verilmesi gerektiğinin düşünülmemesi,
Doğru görülmemiştir.
Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar gözönünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nın 428. maddesi gereğince (BOZULMASINA), temyiz peşin harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 28.10.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT – 14-

ÖZÜ: AVUKATLIK ÜCRET SÖZLEŞMESİNDEN DOĞAN UYUŞMAZLIKLARDA TÜKETİCİ MAHKEMESİNİN GÖREVLİ OLDUĞU hakkında …faydalı olması dileklerimle… ANTALYA BAROSUNDAN AV.MEHMET KAYA-1264
T.C.
YARGITAY
17. HUKUK DAİRESİ
E. 2014/24250
K. 2014/19620
6502/m. 1, 2, 3
2004/m. 67
DAVA : İtirazın iptali istemine ilişkin davada Bakırköy 1. Tüketici Mahkemesi ile Bakırköy 2. Asliye Hukuk Mahkemelerince ayrı ayrı görevsizlik kararı verilmesi nedeni ile yargı yerinin belirlenmesi için gönderilen dosya içindeki tüm belgeler incelendi, gereği düşünüldü:
KARAR : Dava, vekalet sözleşmesinden kaynaklanan alacağın tahsili için başlatılan icra takibine yapılan itirazın iptali istemine ilişkindir.
Tüketici Mahkemesi’nce, davacının tüketici tanımına uymadığı ve davanın genel mahkemelerde çözülmesi gerektiği nedeniyle görevsizlik kararı vermiştir.
Asliye Hukuk Mahkemesi ise, davacının tüketici olup vekalet sözleşmesinden kaynaklanan uyuşmazlığın tüketici işlemi olduğu gerekçesiyle görevsizlik yönünde hüküm kurmuştur.
6502 sayılı Tüketicinin Korunması Hakkında Kanunun Amaç başlıklı 1. maddesinde yasanın amacı açıklandıktan sonra kapsam başlıklı 2. maddesinde “Bu Kanun, her türlü tüketici işlemi ile tüketiciye yönelik uygulamaları kapsar.” hükmüne yer verilmiştir. Satıcı; Kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla tüketiciye mal sunan ya da mal sunanın adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi kapsar. Tüketici ise Ticari veya mesleki olmayan amaçlarla hareket eden gerçek veya tüzel kişiyi ifade eder şeklinde tanımlanmıştır. Aynı Kanunun 3. maddesinde de “Tüketici işlemi: Mal veya hizmet piyasalarında kamu tüzel kişileri de dâhil olmak üzere ticari veya mesleki amaçlarla hareket eden veya onun adına ya da hesabına hareket eden gerçek veya tüzel kişiler ile tüketiciler arasında kurulan, eser, taşıma, simsarlık, sigorta, vekâlet, bankacılık ve benzeri sözleşmeler de dâhil olmak üzere her türlü sözleşme ve hukuki işlemi” ifade eder şeklinde tanımlanmıştır. Bir hukuki işlemin 6502 sayılı yasa kapsamında kaldığının kabul edilmesi için yasanın amacı içerisinde yukarıda tanımları verilen taraflar arasında mal ve hizmet satışına ilişkin bir hukuki işlemin olması gerekir.
Dosya kapsamından, taraflar arasında düzenlenen vekalet sözleşmesi uyarınca ödenmeyen avukatlık ücretinin tahsili için başlatılan icra takibine itirazın iptali talep edilmektedir. Davanın yukarıda belirtilen niteliği ve tarafların yargılama sırasındaki iddia ve savunmaları değerlendirildiğinde, Davacının 6502 sayılı Kanunda belirtilen “Tüketici” tanımına girdiği anlaşılmakla, Tüketicinin Korunması Hakkında Kanun kapsamında bulunan uyuşmazlığın Tüketici Mahkemesinde görülüp, sonuçlandırılması gerekmektedir.
SONUÇ : Yukarıda açıklanan nedenlerle; HMK.’nın 21. ve 22. maddeleri gereğince Bakırköy 1. Tüketici Mahkemesinin YARGI YERİ OLARAK BELİRLENMESİNE, 25.12.2014 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT – 15-

YARGITAY
8. HUKUK DAİRESİ
Esas Numarası:2013/7361
Karar Numarası: 2014/13668
Karar Tarihi: 27.06.2014
DEĞER ARTIŞ PAYI VE KATILMA ALACAĞI DAVASI
MİLLİ PİYANGO BİLETİNİN ALIMI İÇİN HARCANAN PARA EDİNİLMİŞ MALDAN KARŞILANMIŞ İSE ÇIKAN VE ONUN YERİNE GEÇEN İKAME DEĞER SAYILAN PARANIN DA EDİNİLMİŞ MAL SAYILMASINI GEREKTİRİR
BİR MALIN İVAZLI SAYILABİLMESİ İÇİN EDİMLER ARASINDA EKONOMİK ANLAMDA BİR DENGENİN OLMASI ZORUNLU OLMAYIP HUKUKİ ANLAMDA BİR KARŞILIK İLİŞKİSİNİN OLMASI YETERLİDİR
EŞLERİN ÖNEMLİ SAYILABİLECEK VEYA YATIRIM OLARAK DEĞERLENDİRİLEBİLECEK HARCAMALAR DIŞINDA YAPILAN GÜNLÜK HARCAMALARIN EDİNİLMİŞ MAL GRUBUNDAN YAPILDIĞININ KABULÜNÜN HAYATIN OLAĞAN AKIŞINA UYGUN OLDUĞU
EŞİN BÜTÜN MALLARI AKSİ İSPAT EDİLİNCEYE KADAR EDİNİLMİŞ MAL KABUL EDİLİR
ÖZETİ: Milli piyango bileti (ve diğer şans oyunlarını) satın almak için verilen meblağ, kazanılan ikramiyeye göre çok düşük de olsa sonuçta bir karşılıktır. Davalı, ikramiye çıkan milli piyango biletini kişisel mal ya da kişisel mal yerine geçen bir değerle aldığını iddia etmediğine ve aksini kanıtlayamadığına göre biletin günlük harcama kapsamında edinilmiş malla alındığı ve bu nedenle edinilmiş mal grubuna dahil olduğunun kabulü gerekmektedir.
Ayla ile Ersin aralarındaki değer artış payı ve katılma alacağı davasının kısmen kabulüne ve kısmen reddine dair Bakırköy 10. Aile Mahkemesi’nden verilen 25.10.2012 gün ve 996/758 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:
Davacı vekili, davaya konu 8671 parsel sayılı taşınmazın 30/1008 hissesinin evlilik birliği içinde 19.12.2003 tarihinde satın alınarak davalı adına tescil edildiğini, taşınmazın edinilmesinde ve sonrasında dubleks daireye dönüştürülmesinde vekil edenine nişan ve düğünde takılan takı ve paraların kullanıldığını, davaya konu taşınmazın davalı tarafından 07.06.2007 tarihinde kardeşi Erhan’a muvazaalı olarak satıldığını açıklayarak, 25.000 TL ziynet eşyası bedelinin dava tarihinden itibaren işleyecek yasal faizi ile birlikte tahsilini, tarafların edinilmiş malları olduğundan taşınmazın karar tarihindeki toplam bedelinden ziynet eşya bedeli indirildikten sonra artan bedelin 1/2’sinin yasal faizi ile birlikte davalıdan alınarak davacıya verilmesini talep ve dava etmiştir.
Davalı vekili, 25.000 TL’lik takıların hayal ürünü olduğunu, davacının evlilik birliğinin başından beri çalışmadığı için evin alımına katkısının bulunmadığını, iddia edilen ziynet ve para olsa dahi bunları davacının götürmüş olabileceğini, davalının 30/1008 hisse için yükleniciye 76.000 TL ödediğini, bunun 30.000 TL’lik kısmının müvekkiline piyangodan çıkan para ile karşılandığını, MK 220 uyarınca bu miktarın kişisel malı olduğunu, kalan bedelin ise, davalının baba ve ağabeyinin desteği ile ödendiğini savunarak davanın reddini istemiştir.
Mahkemece, “…davacının dava dilekçesindeki ziynet eşyalarına ilişkin taleplerinin ve ziynetlerinde bedeli indirildikten sonraki yarı bedelinin birlikte değerlendirilmesinde; davacı tarafın ilk talebinin değer artış payına, ikinci bölümün ise katılma alacağına ilişkin olduğu kabul edilerek davanın kısmen kabulüne, davacının ziynetlere yönelik talebinin 5.680.829 TL’sinin değer artış payı, 37.392.085 TL’nin ise katılma alacağı olarak kabul edilmesi gerektiğinden, toplam 43.073.00 TL değer artış payı ve katılma alacaklarının davalıdan tahsiline, fazla talebin reddine karar verilmiştir.” Hüküm süresi içinde davalı vekili tarafından temyiz edilmiştir. Taraflar 15.09.2001 tarihinde evlenmişler, 18.04.2008 tarihinde açılan boşanma davasının kabulüne ilişkin kararın 15.09.2009 tarihinde kesinleşmesi ile boşanmışlardır. Eşler arasındaki mal rejimi TMK’nın 225/son maddesi gereğince boşanma davasının açıldığı tarihte sona ermiştir. Bu durum karşısında evlilik tarihinden 4721 sayılı TMK’nın yürürlüğe girdiği 01.01.2002 tarihine kadar 743 sayılı TKM’nın 170. maddesi uyarınca eşler arasında mal ayrılığı rejimi, 01.01.2002 tarihinden boşanma davasının açıldığı tarihe kadar 4722 sayılı Kanun’nun 10. maddesi gereğince, eşler başka bir mal rejimini seçtiklerini ileri sürmediklerinden TMK’nın 202. maddesine göre edinilmiş mallara katılma rejimi geçerlidir.
Davalı vekili cevap dilekçesinde davaya konu taşınmazın edinilmesinde kullanılan paranın 30.000 TL’sinin vekiledenine milli piyangodan çıkan parayla ödendiğini iddia etmiş ve bu iddiasını dosyaya ibraz ettiği 28.05.2002 tarihli Milli Piyango idaresi Genel Müdürlüğü’nün kaşesini ihtiva eden 29.574,55 TL (29.574.550.000 TL) bedelli tahsil dekontu ile desteklemiştir. Ayrıca yargılama sırasında dinlenen davalı tanıklarından Cumali de davaya konu evin alımında davalıya çıkan ikramiyeden kullanıldığını beyan etmiştir. Bu halde, Mahkemenin milli piyangodan para çıktığına ilişkin davalının iddiasından başka delil bulunmadığı yönündeki gerekçesi yerinde değildir. Mahkemece, milli piyango biletine çıkan ikramiye edinilmiş mal sayılmış ise de Yasada bu hususta açıklık bulunmadığından bu hususun ayrıca irdelenmesinde fayda vardır.
Milli Piyango, bingo, tombala, spor toto, sayısal loto, süper loto, on numara, iddia, at yarışı ve bahis oyunu gibi şans oyunları ile sıkça televizyon kanallarınca düzenlenmekte olan yarışma programlarından kazanılan ikramiyelerin (para veya eşya) hangi mal grubuna ait olacağı konusunda; Türk Doktrininde görüş ayrılıkları bulunmaktadır.
Konuyla ilgili olarak İsviçre hukukundaki hakim görüşün piyango ve şans oyunlarında bilet veya kupon ya da katılma bedeli olarak yapılan ödeme hangi mal grubundan yapılmış ise (İkame kuralına göre) kazanılan ikramiye veya kazancın da aynı mal grubuna ait olacağı şeklindedir.
Kılıçoğlu; piyangodan, spor totodan, sayısal lotodan, çekilişlerden kazanılan mallar ve paraların kişisel mal grubuna girdiğini belirtmektedir.
Zeytin; şans oyunlarından elde edilen ikramiyelerin kişisel mal sayılarak, tasfiyede dikkate alınmaması gerekir, şeklinde görüş bildirmektedir.
Acar; Loto veya piyango gibi yollarla kazanç elde edilmesinde, kişisel mal karakterinin büyük ölçüde baskın olduğunu, koçan veya bilet parasına oranla elde edilen ikramiye miktarının bin katı, milyon katı fazla olabileceğini, piyango biletini alan kimselerin çok büyük çoğunluğunun ikramiye kazanamadığını, bir milyon veya daha fazla kimse içinden bir ya da birkaç kişinin ikramiyeyi elde ettiğini, böyle bir yapının kazanımın tesadüfîliğini de ortaya koyduğunu, tesadüfîliğin (şansın) ilk planda görünmekte olduğunu bu nedenlerle karşılığını vererek elde etme durumunun olmadığını gösterdiğini, loto veya piyangoya harcanan katılım ücretinin edinilmiş mallardan karşılanması halinde, TMK. m.230/3 hükmünden yararlanılarak edinilmiş mallara döndürülmesinin mümkün olduğu görüşünü dile getirmektedir.
Gençcan; talih oyunlarından kazanılan para ya da malın eşin talihine dayalı hiçbir emek vermeden kazanılmasından dolayı TMK m. 220 b.2 hükmünce kişisel mal olduğu görüşündedir.
Ateş; konuyu “kanundan dolayı kişisel mallar” başlığı altında karşılıksız kazanma yoluyla elde edilen mallar grubu içinde ele alarak milli piyangodan, lotodan ve bahis oyunlarından kazanılan malların bu gruba girdiğini belirtiyor.
Öztan; İsviçre Federal Mahkemesi’nin (BGE 121 III 203 E. 4.) yukarıda anılan kararına atıfta bulunarak lotodan elde edilen kazanç, eğer bu loto kağıdı â edinilmiş mal ile alınmış ise edinilmiş mal grubuna girer (TMK 219/II b.5), şeklinde görüş bildiriyor.
Dural/Öğüz/Gümüş; edinilmiş mallardan karşılanan piyango biletine isabet eden ikramiye ile elde edilen kazanç TMK 220/b.4 uyarınca edilmiş mallara dahil sayılması gerektiğini açıklamaktadır.
Gümüş; edinilmiş mallardan karşılanan piyango biletine isabet eden ikramiye ile elde edilen kazanç TMK 220/b.4 uyarınca edinilmiş mallara dahil sayılması gerekir, şeklinde görüş bildiriyor.
Özuğur; Şans oyunlarından elde edilen ikramiyelerin hangi mal grubuna ait olacağının belirlenmesinde şans oyunlarının hangi mal değeri kullanılarak oynandığının ölçü olarak alınması ve buna göre de oyun bedeli edinilmiş mallardan ödenmişse ikramiyenin edinilmiş mal grubuna ait olacağı, kişisel mal grubundan ödenmiş olması durumunda kişisel mal grubuna ait olacağı görüşündedir.
Sarı; bu konudaki görüşünün: mevcut yasal düzenleme karşısında; katılma bedeli edinilmiş mallardan karşılanan piyango, loto vb. talih oyunları neticesinde elde edilen kazançların edinilmiş mal olarak nitelendirilmesi gerektiği düşünülmektedir, şeklinde açıklamaktadır.
Acabey; piyango ve benzeri talih oyunlarından elde edilen kazançta, eşler arasında paylaşımı haklı kılan karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve işbölümünün bir etkisinin olmaması, ikramiyenin kazanılmasında, kazanan eşin şansının önemli bir faktör olarak gözükmesi hususları dikkate alınarak, olması gereken hukuk (de lege nata) açısından bunu savunmanın güç olduğu, öncelikle bir malın ivazlı sayılabilmesi için, edimler arasında ekonomik anlamda bir dengenin olması zorunlu olmayıp, hukuki anlamda bir karşılık ilişkisinin olması yeterli olduğu, bu nedenle, piyango ve benzeri oyunlarda katılma bedeli ile kazanılan ikramiye arasında aşırı bir fark olduğu durumlarda bile ivazsız iktisaptan bahsedilemeyeceğini ifade etmektedir. ( Geniş bilgi için; Mehmet Beşir Acabey; Edinilmiş Katılma Rejiminde Tartışmalı Bazı Konular Hakkında Düşünceler, İzmir Barosu Dergisi, yıl:73, Nisan 2009, sayı: 2, S:170-174).
Şıpka; “…Bizimde katıldığımız baskın görüşe göre; piyango biletine isabet eden para eşin emek ve çalışmasının karşılığı olmayıp, kişinin kendine özel şansıdır. Bu nedenle piyango, loto, at yarışı, kumar, bahis gibi talih (şans) oyunlarından çıkan ikramiye, kişisel mal sayılmalıdır. Buna karşılık eşin bir emeği ya da bilgisiyle kazandığı yarışmalardan elde ettiği para ya da mal varlığının ya da bilgisiyle kazandığı yarışmalardan elde ettiği para ya da mal varlığının, edinilmiş mal sayılması gerektiği kanaatindeyiz”, açıklamasında bulunmaktadır.
Türk doktrininde talih oyunları yönündeki hakim görüş yukarıda açıklandığı gibi, kişisel mal olduğu yönündedir.
Doktrindeki görüşlere kısaca değindikten sonra ikramiyelerin hangi mal grubuna ait olacağının tespiti açısından yasal düzenlemelere bakmakta fayda vardır; 4271 sayılı TMK’nın “Edinilmiş mal, her eşin bu mal rejiminin devamı süresince karşılığını vererek elde ettiği mal varlığı değerleridir” şeklindeki 219/I hükmü “Edinilmiş malların yerine geçen değerler” şeklindeki 219/II, b.5 hükmü ile “Mal rejiminin başlangıcında eşlerden birine ait bulunan veya bir eşin sonradan miras yoluyla ya da herhangi bir şekilde karşılıksız kazanma yoluyla elde ettiği mal varlığı değerleri” şeklindeki 220/b.2 hükmü ile “Kişisel mallar yerine geçen değerler” şeklindeki 220/b.4 hükmüdür. Yani söz konusu ikramiyelerin karşılık verilerek edinildiği ve bu karşılığın da edinilmiş mallardan karşılandığı kabul edildiğinde, TMK m.219/I hükmünce edinilmiş mal, edinilmiş mal yerine geçen bir değer olarak kabul edildiğinde ise, 219/II, b.5 hükmünce edinilmiş mal sayılabilir. Karşılıksız kazanma yoluyla elde edildiği kabul edildiğinde, TMK’ nın 220/b.2 hükmünce kişisel mal, kişisel mal yerine geçen bir değer olarak kabul edildiğinde de, TMK’ nın 220/b.4 hükmünce kişisel mal olarak kabul edilebilir. O zaman bu malların hangi mal grubuna ait olduğunun belirlenebilmesi, bu oyunlara katılmak için ödenen bilet, kupon vs. parasının çıkan ikramiyenin karşılığı olarak kabul edilip edilemeyeceği ya da ikramiyenin ikame değer olarak sayılıp sayılmayacağı hususlarındaki değerlendirmeye ve ispata bağlı olacaktır.
Bu kapsamda, Dairece’ce yapılan tartışmalar sonucunda şu sonuca varılmıştır; milli piyango bileti (ve diğer şans oyunlarının) satın almak için verilen meblağ kazanılan ikramiyeye göre çok düşük de olsa sonuçta bir karşılıktır. Burada önemli olan ekonomik karşılık değil, hukuki karşılıktır. Yani, bir malın ivazlı sayılabilmesi için, edimler arasında ekonomik anlamda bir dengenin olması zorunlu olmayıp, hukuki anlamda bir karşılık ilişkisinin olması yeterlidir. Evlilik eğer bir hayat ortaklığı bir kader birliği olarak görülüyorsa, iyi günde, kötü günde ve yoksullukta zenginlikte sonuç itibariyle kaynağı şans olsa bile bir karşılık varsa ve o karşılık edinilmiş mallardan karşılanmış ise, bu edinilmiş mal sayılmalıdır. Evliliğin genel hükümleri başlığını taşıyan TMK’nın 185 ve devamı maddelerinde yer alan ve Aile Hukukuna hakim olan bu genel ilkelerin de az önce açıklanan somut olguyu ve görüşü doğruladığı kabul edilmelidir. TMK’nın 185/1. fıkranın birinci cümlesinde “Eşler, bu birliğin mutluluğunu el birliğiyle sağlamak ve çocukların bakımına eğitim ve gözetimine beraberce özen göstermekle yükümlüdürler, “amir hükmüne yer verilmiş, son fıkrasında ise “Eşler, birlikte yaşamak birbirine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar,” şeklinde, emir niteliğindeki bu ibare yer almaktadır. Gerek sözü edilen maddelerde yer alan ilkeler ve gerekse karşılıklı fedekarlık, sevgi ve saygı üzerine kurulu evlilik birliğinin amacı gereği de; piyango biletinin alımı için harcanan para edinilmiş maldan karşılanmış ise, çıkan ve onun yerine geçen ikame değer sayılan paranın da edinilmiş mal sayılmasını gerektirir. Şans oyunları için verilen karşılığın hangi mal grubundan karşılandığını ispatlamak da oldukça güçtür. Ancak, aksi kanıtlanmadığı takdirde bedelinin edinilmiş maldan karşılandığının kabulü gerekir. Eşlerin mevcut ekonomik durumu açısından önemli sayılabilecek veya yatırım olarak değerlendirilebilecek harcamalar dışında yapılan günlük harcamaların edinilmiş mal grubundan yapıldığının kabulü hayatın olağan akışına uygun olduğu gibi, Örneğin, ev, araba veya şirket hissesi alımında kişisel mal grubuna ait değerlerinde kullanılması hayatın olağan akışına uygun düşmektedir. Tüm bu açıklamalardan hareketle bedel karşılığı oynanan şans oyunlarından kazanılan ikramiyeler edinilmiş mal grubuna dahildir. Yeter ki katılım bedelinin kişisel mallardan sağlandığı açıkça ispatlanmış olmasın. Bu bilgiler ışığında somut olaya bakıldığında; davalı ikramiye çıkan milli piyango biletini kişisel mal ya da kişisel mal yerine geçen bir değerle aldığını iddia etmediğine ve aksini kanıtlayamadığına göre biletin günlük harcama kapsamında edinilmiş malla alındığı ve bu nedenle edinilmiş mal grubuna dahil olduğunun kabulü gerekmektedir. Kaldı ki, TMK’nın 222/3. fıkrasına göre; “Bir eşin bütün malları aksi ispat edilinceye kadar edinilmiş mal kabul edilir.”
Bu halde, Mahkeme’nin takdirinde de bir isabetsizlik bulunmadığına göre yerinde olmayan davalı vekilinin tüm temyiz itirazlarının reddi ile usul ve kanuna uygun olan hükmün (ONANMASINA) , taraflarca HUMK’nın 388/4. (HMK m. 297/ç) ve HUMK’nın 440/1 maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine 639,65 TL peşin harcın onama harcına mahsubu ile kalan 2.302,66 TL’nin temyiz eden davalıdan alınmasına, 27.06.2014 tarihinde oyçokluğuyla karar verildi.
KARŞI OY YAZISI
Dava mal rejiminden kaynaklanan alacak istemine ilişkindir. Davalı Milli Piyango biletine isabet eden ikramiyenin kişisel mal kabul edilerek evlilik birliği içinde edinilen taşınmaza yaptığı katkının hesaplanmasında dikkate alınması gerektiğini savunmuştur.
Yerel mahkemece milli piyango biletine çıkan ikramiye edinilmiş mal olduğundan ve dosyada tahsil belgesi olmasına rağmen bu konuda belge bulunmadığından davalının savunmasının reddine karar verilmiştir.
Şans oyunlarından elde edilen ikramiyenin kazanılmasında edinilmiş mallardan ödenen katılım bedelinden çok eşin şansı önemli olduğundan ve kazanılan bedel hiçbir emek verilmeden kazanıldığından kişisel mal niteliğindedir.
Dava konusu olayda davalı eşin aldığı milli piyango biletine isabet eden ikramiye miktarı ile biletin alınması için ödenen miktar arasında büyük orantısızlık mevcut olup çekiliş sırasında davalının biletine isabet eden ikramiye biletin karşılığı olmayıp, ikramiyenin çıkmasında şans faktörü en önemli etken olduğundan, kişisel mal olarak kabulü ile hesaplama yapılması gerektiğinden kararın bozulması görüşündeyim. Bu nedenle Dairemizin sayın çoğunluğunun onama görüşüne katılamıyorum.

İÇTİHAT-16-
T.C.
YARGITAY
Dördüncü Hukuk Dairesi
E: 2014/8320
K: 2015/5406
T: 30.04.2015

Maddi ve Manevi Tazminat
Haksız Haciz

Özet: Kurum zararına yol açtığı Mahkeme kararı ile kısmen de olsa kanıtlanan davacının emekli ikramiyesi ve ev eşyaları üzerine davalı kurum tarafından koydurulan haciz işlemlerinin zarar vermek amacıyla yapıldığı ve haksız olduğu söylenemez.
(818 s. BK m. 41) (6098 s. TBK m. 49)
Davacı Süheyla vekili tarafından, davalı PTT Genel Müdürlüğü aleyhine 03.06.2013 gününde verilen dilekçe ile maddi ve manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kabulüne dair verilen 18.03.2014 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hâkimi tarafından hazırlanan rapor ile dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.
Dava, haksız haciz nedeni ile maddi ve manevi tazminat istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin kabulüne karar verilmiş, hüküm davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, davalının Fethiye 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2005/150 D.iş nolu ihtiyati haciz kararına dayanarak Fethiye 1. İcra Müdürlüğü’nün 2005/2994 sayılı dosyasıyla kendisi hakkında icra takibi başlattığını, bu takip kapsamında evindeki eşyaları ile emekli maaşı ve ikramiyesinin haczedildiğini, daha sonra itirazı üzerine takibin durduğunu, davalı tarafından açılan itirazın iptali davası sonucunda 46.573,64 TL üzerinden başlatılan takibin 6.100,99 TL üzerinden devamına karar verildiğini, kendisinden yapılan kesintilerin ise 34.203,14 TL’ye ulaştığını, bu paradan borcu karşılayan kısmın kesilip bakiyenin kendisine iade edildiğini ancak maddi zararının bundan fazla olduğunu ayrıca yapılan işlemler nedeniyle kişilik haklarının da zarar gördüğünü belirterek maddi ve manevi tazminat isteminde bulunmuştur.
Davalı, davacının oğlunun rahatsızlığı nedeniyle kullandığı ve gideri kurumca karşılanan tıbbi malzemelerin reçeteye yazılmasında usulsüzlük yapıldığı ve kurumun zarara uğratıldığı iddiasıyla davacı hakkında soruşturma başlatıldığını, davacının da bu dönemde emekliye ayrılması nedeniyle mahkemeden ihtiyati haciz kararı istendiğini ve bu istemlerinin mahkeme tarafından kabul edilmesi üzerine haciz işlemleri uygulandığını, yapılan hacizlerin haksız olmadığını belirterek davanın reddini savunmuştur.
Mahkemece, yapılan haciz işlemlerinin haksız olduğu benimsenerek istem kabul edilmiştir.
Dosya kapsamından; davacının davalı kurum bünyesinde çalışmakta iken kurum zararına yol açtığı iddiasıyla davacı hakkında bir soruşturma başlatıldığı bu arada davacının emeklilik dilekçesi vermesi üzerine davalı kurumun mahkemeden ihtiyati haciz isteminde bulunduğu, bu istemin mahkemece kabul edilmesi üzerine davacının emekli ikramiyesi ve ev eşyaları üzerine haciz konulduğu, sonrasında davacının itirazı üzerine takibin durduğu ve davalı tarafından açılan itirazın iptali davasının kısmen kabul edildiği anlaşılmaktadır. Söz konusu itirazın davası Fethiye 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2006/176 esas, 2011/272 karar sayılı dosyası ile görülmüş ve bu davada davacının kurum zararına yol açtığı kısmen de olsa kanıtlanmıştır. Davalı kurumun olayların açıklanan seyri içinde salt davacıya zarar vermek amacıyla haciz işlemlerini uygulamış olduğu söylenemez. Şu durumda yapılan hacizler haksız değildir. Mahkemece açıklanan olgular gözetilerek istemin tümden reddi gerekirken, kısmen kabulü doğru görülmemiş ve bu yön bozmayı gerektirmiştir.
Sonuç: Temyiz edilen kararın yukarıda açıklanan nedenlerle BOZULMASINA) ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 31 I-.2015 gününde oybirliğiyle karar verildi

İÇTİHAT-17

T.C.
YARGITAY
12. HUKUK DAİRESİ
ESAS NO. 2009/3626
KARR NO. 2009/11774
KARAR TARİHİ. 2.6.2009

> İCRA MAHKEMESİ KARARLARININ İNFAZI ( Temyizi Kabil Olanlar Belirlenmiş Bunların İnfaz Edilebilmesi İçin Kesinleşmesi Gerektiğine Dair Bir Hükme Yer Verilmediği )

< HACZİN KALDIRILMASI ( İcra Mahkemesi Kararlarının İnfazı İçin Kesinleşmesinin Zorunlu Bulunmadığı – Mahkemece Şikayetin Kabulü İle Hacizlerin Kaldırılmasına Karar Verilmesi Gerektiği )

> KESİNLEŞME ŞARTI ( İcra Mahkemesi Kararlarının İnfazı İçin Kesinleşmesinin Zorunlu Bulunmadığı )

2004/m.40, 363, 366

ÖZET : İcra Mahkemesince verilecek kararlardan temyizi kabil olanlar belirlenmiş, bunların infaz edilebilmesi için kesinleşmesi gerektiğine dair bir hükme yer verilmemiştir. Bir başka deyişle, icra mahkemesi kararlarının infazı için kesinleşmesi zorunlu bulunmamaktadır. O halde, mahkemece şikayetin kabulü ile hacizlerin kaldırılmasına karar verilmesi gerekirken somut olayda uygulama yeri olmayan İİK. nun 40. maddesine dayalı olarak takibin iptali kararının kesinleşmediği gerekçesi ile istemin reddi isabetsizdir.

DAVA : Yukarıda tarih ve numarası yazılı mahkeme kararının müddeti içinde temyizen tetkiki borçlu vekili tarafından istenmesi üzerine bu işle ilgili dosya mahallinden daireye gönderilmiş olmakla okundu ve gereği görüşülüp düşünüldü:

KARAR : 1-Borçlu vekilinin aşkın hacze dayalı olarak hacizlerin kaldırılması talebine yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;

İcra mahkemesi kararlarından hangilerinin temyiz olunabileceği özel hükümlerle ve genel olarak da İİK.nun 363. maddesinde birer birer açıklanıp gösterilmiştir. Bunların dışında kalan mahkeme kararlan kesindir. Yargıtay’ca incelenmesi istenen karar bu maddelerle tespit edilen kararlar arasına girmeyip kesin nitelikte bulunduğundan temyiz dilekçesinin ( REDDİNE ),

2-Borçlu vekilinin memurluk kararına yönelik temyiz itirazlarının incelenmesinde;

Alacaklı vekili tarafından çeke dayalı olarak kambiyo senetlerine mahsus haciz yolu ile icra takibi yapıldığı, Mersin l.İcra Mahkemesinin 14.08.2008 tarih ve 2008/581-600 sayılı kararı ile borçlunun şikayetinin kabul edilerek takibin iptaline karar verildiği görülmektedir.

İİK. nun 363 ve sonraki maddelerinde, İcra Mahkemesince verilecek kararlardan temyizi kabil olanlar belirlenmiş, bunların infaz edilebilmesi için kesinleşmesi gerektiğine dair bir hükme yer verilmemiştir. Bir başka deyişle, icra mahkemesi kararlarının infazı için kesinleşmesi zorunlu bulunmamaktadır.

O halde, mahkemece şikayetin kabulü ile hacizlerin kaldırılmasına karar verilmesi gerekirken somut olayda uygulama yeri olmayan İİK. nun 40. maddesine dayalı olarak takibin iptali kararının kesinleşmediği gerekçesi ile istemin reddi isabetsizdir.

SONUÇ : Borçlu vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile mahkeme kararının yukarıda ( 2 ) maddede yazılı nedenlerle İİK. 366 ve HUMK.’nun 428. maddeleri uyannca ( BOZULMASINA ), 02.06.2009 gününde oybirliğiyle karar verildi.

İİK-MADDE 40
İCRANIN İADESİ :
(Değişik birinci fıkra: 2/3/2005-5311/7 md.) Bir ilâmın bölge adliye mahkemesince kaldırılması veya temyizen bozulması icra muamelelerini olduğu yerde durdurur.

(Değişik ikinci fıkra: 2/3/2005-5311/7 md.) Bir ilâm hükmü icra edildikten sonra bölge adliye mahkemesince kaldırılır veya yeniden esas hakkında karar verilir ya da Yargıtayca bozulup da aleyhine icra takibi yapılmış olan kimsenin hiç veya o kadar borcu olmadığı kesin bir ilâmla tahakkuk ederse, ayrıca hükme hacet kalmaksızın icra tamamen veya kısmen eski hâline iade olunur.

Ancak üçüncü şahısların hüsnü niyetle kazandıkları haklara halel gelmez

İİK-MADDE 363
KANUN YOLLARINA BAŞVURMA VE SON MADDELER

İSTİNAF YOLUNA BAŞVURMA VE İNCELENMESİ:
(Değişik madde: 18/02/1965 – 538/140 md.;Değişik madde: 02/03/2005-5311 S.K./24.mad)

İcra mahkemesince 85 inci maddenin uygulanma biçimi, icra dairesi tarafından hesaplanan vekâlet ücreti, 103 üncü maddenin uygulanma biçimi ve bu maddede düzenlenen davetiyenin içeriği, yediemin ücreti, yediemin değiştirilmesi, hacizli taşınır malların muhafaza şekli, kıymet takdirine ilişkin şikâyet, ihaleye katılabilmek için teminat yatırılması ve teminatın miktarı, satışın durdurulması, satış ilânının iptali, süresinde satış istenmemesi nedeniyle satışın düşürülmesi, 263 üncü maddenin uygulanma biçimi, iflâs idaresinin oluşturulması, icra mahkemesinin iflâs idaresinin işlemleri hakkında şikâyet üzerine verdiği kararlara karşı, iflâs idare memurunun ücret ve masrafları hakkındaki hesap pusulası ve 36 ncı maddeye göre icranın geri bırakılmasına ilişkin kararları dışındaki kararlarına karşı, ait olduğu alacak, hak veya malın değer veya miktarının bin lirayı geçmesi şartıyla istinaf yoluna başvurulabilir. İstinaf yoluna başvuru süresi tefhim veya tebliğ tarihinden itibaren on gündür.

İcra mahkemesi kararları aleyhine işlemleri uzatmak gibi kötüniyetle istinaf yoluna başvurulduğu anlaşılırsa Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 422 nci maddesi hükmü uygulanır.

Kesin bir karara karşı kötüniyetle istinaf yoluna başvuranlar hakkında da yukarıdaki fıkra hükmü uygulanır.

İstinaf yoluna başvuru satıştan başka icra işlemlerini durdurmaz. İcranın devamı için gereken evrak alıkonularak bunların birer örneği bölge adliye mahkemesine gönderilecek dosyaya konulur.

İÇTİHAT 18-

T.C.
YARGITAY
4. HUKUK DAİRESİ

Esas Numarası : 2014/8510
Karar Numarası: 2015/7762
Karar Tarihi : 11.06.2015

YARGITAY İLAMI

(ALDATATILAN EŞN 3.KİŞİDEN TAZMİNAT HAKKI HAKKINDA)

Davacı S. G. vekili tarafından, davalı N. T. aleyhine 29/12/2010 gününde verilen dilekçeyle manevi tazminat istenmesi üzerine mahkemece yapılan yargılama sonunda; davanın kısmen kabulüne dair verilen 14/11/2013 günlü kararın Yargıtay’ca incelenmesi davalı vekili tarafından süresi içinde istenilmekle temyiz dilekçesinin kabulüne karar verildikten sonra tetkik hakimi tarafından hazırlanan raporla dosya içerisindeki kağıtlar incelenerek gereği görüşüldü.

Dava, kişilik haklarına saldırı nedeniyle uğranılan manevi zararın ödetilmesi istemine ilişkindir. Mahkemece, istemin bir bölümü kabul edilmiş, karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.

Davacı, davalının kendisiyle evli olduğunu bildiği halde dava dışı eşi ile birlikte olduğunu, eyleminin kişilik haklarına saldırı niteliğinde bulunduğunu iddia ederek, uğradığı manevi zararın ödetilmesi isteminde bulunmuştur.
Davalı, davacının iddialarını kabul etmediğini belirterek davanın reddine karar verilmesini istemiştir.
Mahkemece, toplanan delillere göre davalının, davacının eşi ile evli olduğunu bilerek birlikte olduğu hususu sabit görülerek davanın kısmen kabulüyle davacı eş yararına manevi tazminata hükmedilmiştir.
TMK.nun 185 inci maddesine göre, “Evlenmeyle eşler arasında evlilik birliği kurulmuş olur. Eşler birlikte yaşamak, birbirlerine sadık kalmak ve yardımcı olmak zorundadırlar.” Aynı Yasanın 174 üncü maddesine göre de, “Mevcut veya beklenen menfaatleri boşanma yüzünden zedelenen kusursuz veya daha az kusurlu taraf, kusurlu taraftan uygun bir maddi tazminat isteyebilir. Boşanmaya sebep olan olaylar yüzünden kişilik hakkı saldırıya uğrayan taraf, kusurlu olan diğer taraftan manevi tazminat olarak uygun miktarda bir para ödenmesini isteyebilir.”
Evlenmeyle eşler arasında kurulan aile birliğinin taraflara yüklediği ödevlerin ihlali veya yerine getirilmemesi durumunda bu yükümlülüğü yerine getirmeyen eş yönünden Türk Medeni Kanunundaki sonuçları, boşanma ve boşanma sebebi olması durumunda, bu olaylar yüzünden kişilik haklarının saldırıya uğraması halinde manevi tazminat talep edilebilir.
BK. 41 (TBK 49). maddesine göre, kusurlu ve hukuka aykırı bir fiille başkasına zarar veren, bu zararı gidermekle yükümlüdür. Yine BK. 49 (TBK.58) maddesinde “Şahsiyet hakkı hukuka aykırı bir şekilde tecavüze uğrayan kişi, uğradığı manevi zarara karşılık manevi tazminat namıyla bir miktar para ödenmesini dava edebilir.” Haksız fiile dayalı bir borcun doğabilmesi için, hukuka aykırı bir fiil bulunmalı, fiili işleyenin kusuru olmalı, sonuçta bir zarar doğmalı, zararla işlenen fiil arasında da uygun nedensellik bağı bulunması gerekir.

Somut olaya gelince, davalının ve dava dışı eşin davacıya yönelik ve bütün olarak aldatma mahiyetindeki davranışlarının manevi tazminatı gerektirip gerektirmeyeceğinin tartışılması gereklidir.
Yukarıda incelenen yasa maddeleri uyarınca, davacının dava dışı eşinin TMK.nın evlenmeyle eşe yüklediği ödevler arasında bulunan sadakat yükümlülüğünü ihlali nedeniyle, Yasanın 185. ve 174 üncü maddeleri uyarınca boşanma sebebi ve istek halinde manevi tazminatı gerektirir nitelikte olduğu kuşkusuzdur. TMK. daki düzenleme, dava dışı eşin evlenmeyle kurulan aile birliğinin tarafı olması sıfatından kaynaklanmaktadır. Zira dava dışı eş kendi iradesi ile bu birliğin tarafı olmayı kabul etmiş ve yasanın kendisine tanıdığı hak ve yükümlülükler altına girmiştir.
Davalının eyleminin manevi tazminatı gerektirip gerektirmeyeceğine gelince, davalının doğrudan davacının bedensel veya ruhsal bütünlüğüne yönelik hukuka aykırı bir fiilde bulunduğundan söz edilemez. Söz konusu Yasada yükümlülüğünü ihlal eden eşin eylemini birlikte gerçekleştirdiği kişiler yönünden herhangi bir düzenleme getirilmemiştir.
Dava konusu eylemin gerçekleştiği tarih itibariyle yürürlükte bulunan 818 sayılı BK.nun müteselsil sorumluluğa ilişkin hükümlerinin de uygulanma imkanı bulunmamaktadır. Zira sözkonusu Yasanın 50. maddesinde haksız fiil nedeniyle müteselsilen sorumluluğuna gidilebilecekler gösterilmiştir. Yukarıda açıklanan yasal duruma göre, davalı zararın meydana gelmesinden asli olarak sorumlu tutulamaz. Yine yasa hükmünün aradığı anlamda iştirak hali de söz konusu olamaz. Zira iştiraken işlenebilir bir eylemin varlığının kabul edilebilmesi için, eylemin müstakilen ve asli olarak da işlenebilir olması gerekir. Ayrıca haksız fiil sorumluluğunu, geniş ve belirsiz bir kavram olan sadakat yükümlülüğünü ihlal etmeye iştirak çerçevesinde değerlendirmek, bu sorumluluğu belirsiz hale getirecektir.
Açıklanan nedenlerle, BK.49 (TBK.58) maddesine göre, davalının eylemi, davacının kişilik değerlerine saldırı oluşturacak nitelikte bir eylem olarak kabul edilemez. Mahkemece açıklanan yönler gözetilerek, davacının manevi tazminat isteminin tümden reddine karar verilmesi gerekirken, yerinde olmayan gerekçeyle, yazılı biçimde karar verilmiş olması usul ve yasaya uygun düşmediğinden kararın bozulması gerekmiştir.

Sonuç: Temyiz olunan kararın yukarıda gösterilen nedenlerle BOZULMASINA, bozma nedenine göre öteki temyiz itirazlarının şimdilik incelenmesine yer olmadığına ve peşin alınan harcın istek halinde geri verilmesine 11.06.2015 tarihinde oyçokluğu ile, karar verildi.

KARŞI OY YAZISI
Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı kanıtlarla yasaya uygun gerektirici nedenlere, özellikle delillerin değerlendirilmesinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre, mahkemenin davalı tarafça davacının kişilik haklarına saldırıda bulunduğu yolundaki belirlemeler yerinde olup, şu aşamada tazminat takdirinin tartışılması mümkün olmadığından, Dairemiz çoğunluğunun bozma kararına katılmıyorum. 11.06.2015 06.11.2015 08:21:53

İÇTİHAT-19-
YARGITAY 8. Hukuk Dairesi
ESAS: 2013/17531
KARAR: 2014/604C… ile Sosyal Güvenlik Kurumu aralarındaki mirasın hükmen reddi davasının kabulüne dair Kuşadası 3. Asliye Hukuk Mahkemesi’nden verilen 18.04.2013 gün ve 83/185 sayılı hükmün Yargıtay’ca incelenmesi davalı SGK vekili tarafından süresinde istenilmiş olmakla; dosya incelendi, gereği düşünüldü:KARAR

Davacı vekili, müvekkilinin murisleri K…ile N…’ın 2001 ve 2008 yıllarında öldüğünü, miras bırakan K…’in SGK borçlarından dolayı yapılan icra takibi sonunda vekil edenin maaşından kesinti yapıldığını, miras bırakanın ölüm tarihinde terekesinin açıkça borca batık olduğunu ileri sürerek, TMK’nun 605/2.maddesi uyarınca terekenin reddedildiğinin tespitine karar verilmesini istemiştir.

Davalı Sosyal Güvenlik Kurumu vekili, yersiz açılan davanın reddine karar verilmesini savunmuştur.

Mahkemece, davanın kabulüne karar verilmiştir. Hüküm, davalı kurum vekili tarafından temyiz edilmiştir.

Dava; terekenin borca batıklığı nedenine dayanan mirasın hükmen reddi sebebiyle menfi tespite ilişkindir (TMK.md.605/2). Miras bırakan K…ın ortağı olduğu H… Turizm Ltd.Şti’nin prim borçlarından dolayı icra takibi yapıldığı ve mirasçısı olması nedeniyle davacı aleyhine yapılan takip sonuna emekli maaşına haciz konulduğu anlaşılmaktadır.

Murisin ölümü ile, tereke bütün aktif ve pasifi ile mirasçılarına geçer. Miras bırakanın vergi, prim vb. borçları da terekenin pasifi içerisinde olup terekeye dahildir. Dosyadaki bilgi ve belgelerden davacı aleyhine tereke borcundan dolayı 30.294 TL meblağlı icra takibi yapıldığı, davacı tanıkları S…ve S…, 18.04.2013 tarihli oturumdaki beyanlarından, miras bırakan K…’in emekli astsubay olup emekli maaşı aldığını, ayrıca turizm işiyle uğraştığı, H… Turizm Ltd.Şti’nin ortaklarından olduğu anlaşılmaktadır.

Borcun, mirasbırakanın şahsi borcu değil, ortağı ve temsilcisi olduğu limited şirketin sigorta primlerinden kaynaklanan borcudur. 6183 sayılı Amme Alacaklarının Tahsili Usulü Hakkındaki Kanun’un 22.07.1998 tarihli 4369 sayılı Yasayla değişik 35. maddesi hükmüne göre; limited şirket ortakları, şirketten tamamen veya kısmen tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan amme alacağından sermaye hisseleri oranında doğrudan doğruya sorumlu olurlar ve bu Kanun gereğince takibe tabi tutulurlar. Aynı Kanuna 25.05.1995 tarihli 4108 sayılı Kanunla ilave edilen Mükerrer 35. madde hükmüne göre de; tüzel kişilerin mal varlığından tamamen veya kısmen tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan amme alacakları, kanuni temsilcilerin şahsi mal varlıklarından bu Kanun hükümlerine göre tahsil edilir. Şu halde açıklanan yasal hükümler gereğince, mirasbırakanın; “ortağı” ve “temsilcisi” olduğu limited şirketin, şirketin malvarlığından tahsil edilemeyen veya tahsil edilemeyeceği anlaşılan vergi borcundan, şirket ortağı olarak “koyduğu sermaye hissesi oranında” doğrudan doğruya; “temsilcisi” olarak da şahsi sorumluğu söz konusudur. Mirasbırakanın yasal mirasçısı olan davacı hakkında, amme alacaklısı tarafından takibe geçilmiş ve maaşının belli bölümüne haciz konulmuştur. Öyleyse, miras bırakanın emekliliğine ilişkin kayıt ve belgelerin istenilmesi, bu işten anlayan bilirkişi veya bilirkişiler eliyle; mirasbırakanın, “ortağı” ve “yasal temsilcisi” olduğu limited şirketin defter, kayıt ve belgeleri üzerinde inceleme yaptırılarak şirketin aktif ve pasifinin saptanması ve mirasbırakanın şirketin kamu borcundan dolayı sermaye hissesi oranında şahsen sorumlu olacağı miktarın bu suretle belirlenmesi; amme alacağının şirketin malvarlığından tamamen tahsili mümkün ise; bu halde davacıların borca batıklığın tespitini istemekte hukuki yararlarının bulunmayacağı gözetilerek isteğin reddedilmesi; değil ise, mirasbırakanın ölüm tarihi itibarıyla tespit edilen terekesi aktifinin, borcu karşılamaya yeterli olmaması halinde isteğin kabulüne karar verilmesi gerekirken, bu yönler araştırılmadan eksik inceleme ile hüküm kurulması doğru bulunmamıştır.

Davalı vekilinin temyiz itirazları bu bakımdan yerinde olduğundan kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle 6100 sayılı HMK’nun Geçici 3.maddesi yollamasıyla 1086 sayılı HUMK’nun 428. maddesi uyarınca BOZULMASINA, taraflarca HUMK’nun 388/4. (HMK m.297/ç) ve HUMK’nun 440/1 maddeleri gereğince Yargıtay Daire ilamının tebliğinden itibaren ilama karşı 15 gün içinde karar düzeltme isteğinde bulunulabileceğine, 20.01.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT- 20-

T.C.
Yargıtay 3. Hukuk Dairesi
Esas No:2013/21230
Karar No:2014/5604

Davacı vekili dava dilekçesinde, davacının dava dışı A.ya ait 4 nolu daireyi 23.01.2006 tarihinde M.ye ait vekaletname ile tapudan 155.000 TL’ye satın aldığını, tapuda değeri düşük gösterdiklerini, gerçek A. tarafından açılan tapu iptal – tescil davasının kabul edildiğini, davacı adına kayıtlı tapunun iptal edildiğini, sahte kimlik ve sahte vekaletname ile işlem yapan davalı noter ve davalı Hazine’nin sorumlu olduğunu belirterek, 20.000 TL (ıslah ile 84.000 TL)nın davalılardan tahsilini talep etmiş, birleşen dava ile bakiye 71.000 TL zararının davalı Hazine’den tahsilini talep etmiştir.

Davalı Hazine vekili cevabında, TMK’nın 1007. Maddesindeki özel sorumluluk halinin davada uygulanamayacağını, davanın Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü aleyhine açılması gerektiğini beyan etmiştir.

Davalı S. (noter) vekili cevabında, noterde düzenlenen vekaletnamedeki fotoğraf ile tapuda işlem sırasında esas alınan vekaletnamedeki fotoğrafın farklı olduğunu, noterin sorumlu olmadığını, illiyet bağının kesildiğini beyan etmiştir.

Mahkemece, davanın kabulü ile asıl davada ıslah ile artırılan 84.000 TL’nin davalılardan müteselsilen tahsiline, birleşen davada ise talep edilen 71.000 TL’nin davalı Hazine’den tahsiline karar verilmiş, hükmü davalılar vekilleri temyiz etmiştir.

Dosya kapsamından, dava dışı Y. isimli kişinin, 4 nolu dairenin sahibi Ahmet’e ait kimlik bilgilerini kullanarak sahte kimlik ile davalı noterden yine dava dışı M. adına 18.01.2006 tarihinde vekalet çıkardığı, oysa vekil tayin edilen M. isimli kişinin vekalet tarihinden önce 21.10.1995 tarihinde vefat ettiği, davalı noterin vekalet veren kişinin ibraz ettiği kimliğinde Demre Nüfus Müdürlüğünden alınmış, T. ve H. isimli çalışanlar tarafından onaylanmış olarak gösterilmesine rağmen, Demre Nüfus Müdürlüğünden gelen yazıya göre söz konusu nüfus cüzdanının kendileri tarafından verilmediği, adı geçen T. ve H. isimli çalışanlarının olmadığının belirtilmesi üzerine ve ayrıca vekil tayin edilen M.isimli kişinin kimlik bilgilerini incelemeden adına vekalet düzenlediği anlaşıldığından davalı noterin kusursuz sorumlu olduğu kabul edilmiştir.

Yine dava dışı Y’nin dava konusu vekaletnamedeki fotoğrafı çıkarıp başka bir fotoğraf yapıştırmak suretiyle, fotoğraftaki soğuk damganın farklı olduğunun ilk bakışta anlaşılacak durumda bulunması ve vekaletnamede imzanın bulunmaması nedeniyle sahte vekaletnameye dayanılarak tapuda satış işlemi yapılmasında davalı Hazine’nin de sorumlu bulunduğu anlaşılmaktadır.

Gerçek malik A.tarafından davacı aleyhine açılan tapu iptal- tescil davası mahkemece kabul edilmiş, davacı adına kayıtlı tapu iptal edilerek gerçek Ahmet adına tescil edilmiştir.

Davada, sahte kimlik ve sahte vekaletname ile tapuda daire satın alan davacının, tapusunun iptal edilmesi nedeniyle uğradığı zarar bedeli (ödenen daire bedeli ) talep edilmektedir.

Davacının davalı hazineye yönelik tazminat isteminin yasal dayanağı 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1007. (743 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 917.) maddesi olup, bu hükümde devletin tapu sicilinin tutulmasından doğan zararlardan sorumluluğu düzenlenmiştir.

Kusur sorumluluğunda bir zararı başkasına tazmin ettirmek, ancak zarar onun kusurlu bir fiilinden doğmuş ise mümkündür. (Tandoğan Haluk, Türk Mesuliyet Hukuku, 1967, s:89). Kusur sorumluluğunda, “kusur” sorumluluğun ögesidir (Eren Fikret, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, C.I, B.6, İstanbul 1998, s:554).

Tazminat yükümlülüğünü kusura dayandırmak, önceleri adalete uygun ve yeterli görülmekte iken, zarar olasılıklarını çoğaltan büyük sanayinin gelişmesi, üretim ve taşıt araçlarının makineleşesi, yeni enerji kaynaklarının bulunması halkın büyük şehirlerde yoğunlaşması ile modern hayatta zarar olasılıklarının çoğalması, böylece teknik ilerleme ve ona bağlı tehlikelerin artması ile birlikte, zarar görenlere etkili bir koruma sağlamaya elverişsiz ve dolayısıyla adaleti sağlama bakımından da yetersiz kalmaya başlamıştır.

Böylece sanayileşme ile birlikte doğan tehlikeler, hukuk alanında da etkisini doğurmuş ve bir kimsenin kusurlu olmasa dahi kendisinin verdiği zarar nedeniyle tazmin sorumluluğunu, kısacası kusursuz sorumluluğu getirmiştir (Prof. Dr. Haluk Tandoğan, Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk Hukuku, 1981 Bası, sh. 1-4).

Öğretide kusursuz sorumluluk halleri “olağan sebep sorumluluğu-teh-like sorumluluğu” olmak üzere ikili ayırıma tabi tutulduğu gibi (Eren Fikret, Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, C.I, B.3, 1989; Tandoğan Haluk, Kusura Dayanmayan Sözleşme Dışı Sorumluluk, Ankara, 1981, s:22); “hakkaniyet sorumluluğu-ne-zaret ve ihtimam gösterme yükümünden doğan sorumluluk-tehlike sorumluluğu” şeklinde üçlü aynıma gidildiği de görülmektedir (Tekinay / Akman / Burcuoğlu / Altop / Tekinay Borçlar Hukuku, Genel Hükümler, B.7, İstanbul 1993, s:498).

Öte yandan, “objektif sorumluluk” üst başlığı altında kusursuz sorumluluk halleri olarak da düzenlemeler bulunmaktadır.

Tehlike sorumluluğu, “terminolojide” “ağırlaştırılmış sebep sorumluluğu”; “ağırlaştırılmış objektif sorumluluk” olarak yer alır (Koçhisarlıoğlu Cengiz, Objektif Sorumluluğun Genel Teorisi, Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 1984, s: 183). Diğer sorumluluk türlerinden farklı olarak bu türde kurtuluş beyyinesi (kanıtı) yasalarda bulunmamaktadır. Ancak, uygun illiyet bağını kesen sebepler sorumluluktan kurtarır.

Türk Özel Hukukunda kusura dayanmayan sorumluluk hallerinden birisi de Tapu sicilinin tutulmasından Devletin sorumluluğudur.

Bu sorumluluğun niteliği ve somut olay yönünden değerlendirilmesine gelince;

Devletin “tapu sicilinin tutulmasından doğan sorumluluğuna” ilişkin olarak, kusursuz sorumluluk/ağırlaştırılmış sebep/ağırlaştırılmış objektif sorumluluk/ tehlike sorumluluğuna ilişkin kurallar uygulanır.

Taşınmazların tapu siciline kaydedilmesinde ve doğru sicillerin oluşturulmasında “Devletin sorumluluğu” o kadar önemlidir ki, 743 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 917, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun 1007. Maddelerinde açıkça;

“Tapu sicilinin tutulmasından doğan bütün zararlardan Devlet sorumludur. Devlet, zararın doğmasında kusuru bulunan görevlilere rücu eder” hükmüne yer verilerek, bu sorumluluk yasal düzenleme altına alınmıştır.

Diğer taraftan, devletin tapu sicilini çok düzgün tutması ve taşınmazların durumunu tespit ve tescil bakımından gerekli düzenlemelerin yapılarak açık hale getirilmesi konusuna büyük önem verilmiş, bu sicillerin Devlet memurlarınca tutulmasından ileri gelecek bütün zararlardan dolayı vatandaşlara karşı Devlet’e fer’i değil, aynen İsviçre’de olduğu gibi asli sorumluluk yüklenmiştir (Prof.Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu/Galip Esmer Gayrimenkul Tasarrufları, 1969, s:512 vd.; Prof. Dr. Jale Akipek, Eşya Hukuku, 1972, s:303).

Yasanın bu açık hükmünün kaynak olduğu “Devletin sorumluluğundan söz edebilmek için, tapu sicilinin tutulmasında sicil görevlisinin hukuka aykırı bir işleminin ve bununla zararla sonuç arasında nedensellik bağının varlığı gerekmekle birlikte, eylemin kusura dayanıp dayanmama-sının bir önemi bulunmamakta; böylece Devletin sorumluluğu kusursuz sorumluluğun özel bir hali olarak ortaya konulmaktadır.

Burada, kusursuz sorumluluğun dayanağı, tapu siciline bağlı büyük çıkarların ve yanlış tesciller sonucunda sicile güven ilkesi yüzünden ayni hakların yerinin doldurulmaz biçimde değişmesi ve bu hakların sahiplerinin onlardan yoksun kalmaları tehlikesinin varlığı ile açıklanabilir.

Gerçekten, tapu sicilinin tutulmasını üzerine alan Devlet, tapu siciline tanınan güvenden ötürü, hak durumuna aykırı kayıtlardan doğan tehlikeyi de üstlenmektedir.

Devletin sorumluluğunun dayandırıldığı tapu sicilinin doğru tutulmasına ilişkin güvenin devamını sağlama amacı, tapu siciline güven ilkesinden daha geniş bir anlam taşımaktadır. Söz konusu ilkenin uygulanamadığı ve yolsuz tescile güvenen iyi niyetli üçüncü kişilerin iktisaplarının korunamadığı bazı hallerde dahi, onların bu yüzden uğradıkları zarardan da Devlet sorumlu tutulur.

Görülmektedir ki; kusursuz sorumluluğun bir biçimi olan tapu sicilinin tutulmasında kaynaklanan Devletin sorumluluğu, bir tehlike sorumluluğudur.

Tapu sicil müdür ya da memurunun kusuru olsun olmasın, tapu sicilinin tutulmasında kişilerin mameleki çıkarlarını koruyan hukuk kurallarına aykırı davranılmış olması yeterlidir. Kusuru varlığı ya da yokluğu

Devletin sorumluluğu için önem taşımamakta, sadece Devletin memuruna rücuu halinde iç ilişkide etkisi söz konusu olmaktadır. Tapu Sicilinin tutulmasında kişi çıkarlarının korunması bakımından uyulması gereken kurallar tapu mevzuatı ile sınırlı olmayıp, bu mevzuat dışındaki hukuk kurallarına ve hukukun genel ilkelerine de uyulması gerekmektedir. Tapu müdür ya da memurlarının ihlal ettikleri hukuk kuralları ister genel olsun ister salt sicilin tutulmasıyla ilgili olsun her iki halde de ortaya çıkan sonuç tapu sicilinin hukuka aykırı tutulmuş olmasıdır (Dr. Lale Sirmen, Tapu Sicilinin Tutulmasından Doğan Zararlardan Devlet’in Sorumluluğu, Ankara, 1976 sh.63 vd). Bu nedenle sicilin hukuka uygun tutulması kavramı tapu mevzuatına uygunlukla sınırlı bir kavram olmayıp, hukukun genel ilkelerine uygunlukta gerekmektedir. Bunun dışına çıkan her hukuka aykırı davranıştan Devletin sorumluluğu asildir.

Az yukarıda ayrıntıları açıklandığı ve vurgulandığı üzere; Devletin sorumluluğunun bir tehlike sorumluluğu olduğu hususu, Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun 05.10.1955 gün ve 1955/4-58 Esas, 1955/64 Karar sayılı; 29.06.1977 gün ve 1977/4-845 Esas ve 1977/655 Karar sayılı; 24.09.2003 gün ve 2003/4-491 Esas ve 2003/487 Karar sayılı; 19.04.2006 gün ve 2006/4-113 Esas ve 2006/205 Karar sayılı; 09.05.2007 gün ve 2007/4-212 Esas, 2007/261 Karar sayılı, ilamlarıyla yargısal uygulamada da büyük ölçüde kabul edilmiştir.

Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle kanuni gerektirici sebeplere ve özellikle delillerin takdirinde bir isabetsizlik görülmemesine göre, davalılar vekillerinin sair temyiz itirazları yerinde değildir.

Ancak, dava konusu 23.01.2006 tarihli Tapu Akit tablosunda davacının alıcı sıfatıyla ödediği bedelin 76.000 TL olarak yazıldığı anlaşılmaktadır. Davacı tarafından tapuda miktarın düşük gösterildiği iddia edilmiş ise de, bu konuda HMK’nın 200. (HUMK.nın 288, 289.) maddeleri gereğince senede karşı senetle ispat zorunluluğu ilkesine göre aynı kuvvette yazılı başka delil ibraz edilmediğinden, mahkemece; asıl dava yönünden davanın kısmen kabulü ile akit tablosunda azılı 76.000 TL’nin davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline, birleşen davanın ise reddine karar verilmesi gerekirken, davanın davacının iddiası doğrultusunda 155.000 TL olarak kabulüne karara verilmesi doğru görülmemiştir.

Bu itibarla yukarıda açıklanan esaslar göz önünde tutulmaksızın yazılı şekilde hüküm tesisi isabetsiz, temyiz itirazları bu nedenlerle yerinde olduğundan kabulü ile hükmün HUMK.nın. maddesi gereğince BOZULMASINA, Yargıtay duruşmasında vekille temsil edilen davalılar için duruşma tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi hükümlerine göre takdir edilen 1.100 TL vekalet ücretinin davacıdan alınıp davalılara verilmesine ve peşin alınan temyiz harcının istek halinde temyiz edene iadesine, 08.04.2014 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.

İÇTİHAT-21   –

T.C.
Yargıtay
Hukuk Genel Kurulu

Esas No:2013/1841
Karar No:2015/1067

Hukuk Genel Kurulu         2013/1841 E.  ,  2015/1067 K.

  • HAKSIZ ŞİKAYET NEDENİYLE AÇILAN MADDİ VE MANEVİ TAZMİNAT DAVASI
  • HAKSIZ YERE TUTULAN KAÇAK ELEKTRİK TUTANAĞI
  • DELİL YETERSİZLİĞİNDEN BERAAT
  • TÜRK MEDENİ KANUNU (TMK) (4721) Madde 24
  • TÜRK MEDENİ KANUNU (TMK) (4721) Madde 25
  • BORÇLAR KANUNU(MÜLGA) (818) Madde 49
  • 1982 ANAYASASI (2709) Madde 12
  • 1982 ANAYASASI (2709) Madde 17

“İçtihat Metni”

Taraflar arasındaki ”maddi ve Manevi tazminat” davasından dolayı yapılan yargılama sonunda; Trabzon 3. Asliye Hukuk Mahkemesince davanın maddi tazminat yönünden reddine, manevi tazminat isteminin kabulüne dair verilen 13.10.2011 gün ve 2011/112 E. 2011/289 K. sayılı kararın incelenmesi davalı vekili tarafından istenilmesi üzerine, Yargıtay 4. Hukuk Dairesinin 14.01.2013 gün ve 2012/219 E. 2013/141 K. sayılı ilamı ile;
”…Dava, haksız şikayet nedeniyle maddi ve manevi tazminat davasıdır. Mahkemece, maddi tazminat isteminin reddine, manevi tazminat isteminin kabulüne dair karar davalı tarafından temyiz edilmiştir.
Davacı, davalı şirketin elemanlarının haksız olarak tuttukları kaçak elektrik tutanağı nedeniyle hakkında elektrik hırsızlığı suçundan dava açıldığını, yargılama sonunda beraat ettiğini, bu olaylar nedeniyle maddi ve manevi olarak zarar gördüğünü belirterek haksız şikayet nedeniyle maddi ve manevi tazminata karar verilmesini istemiştir.
Şikayet hakkı, diğer bir deyimle hak arama özgürlüğü; Anayasa’nın 36. maddesinde; “Herkes, meşru vasıta ve yollardan faydalanmak suretiyle yargı mercileri önünde davacı veya davalı olarak iddia ve savunma ile Adil yargılanma hakkına sahiptir” şeklinde yer almıştır. Hak arama özgürlüğü bu şekilde güvence altına alınmış olup; kişiler, gerek yargı mercileri önünde gerekse yetkili kurum ve kuruluşlara başvurmak suretiyle kendilerine zarar verenlere karşı haklarının korunmasını, yasal işlem yapılmasını ve cezalandırılmalarını isteme hak ve yetkilerine sahiptir.
Anayasa’nın güvence altına aldığı hak arama özgürlüğünün yanında, yine Anayasanın “Temel Haklar ve Hürriyetlerin Niteliği” başlığını taşıyan 12. maddesinde “herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez temel hak ve özgürlüklere sahip olduğu” belirtildikten başka, 17. maddesinde de, “herkesin yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahip bulunduğu” da düzenleme altına alınmış bulunmaktadır. Türk Medeni Kanunu’nun 24. maddesinde, kişilik haklarına yapılan saldırının unsurları belirtilmiş ve hukuka aykırılığı açıklanmıştır. 25.maddesinde ise, kişilik haklarına karşı yapılan saldırının dava yolu ile korunacağı açıklanmış, BK’nun 49. maddesinde ise saldırının yaptırımı düzenlenmiştir.
Hak arama özgürlüğü ile kişilik haklarının karşı karşıya geldiği durumlarda; hukuk düzeninin bu iki değeri aynı zamanda koruma altına alması düşünülemez. Daha az üstün olan yararın, daha çok üstün tutulması gereken yarar karşısında o olayda ve o an için korumasız kalmasının uygunluğu kabul edilecektir. Hak arama özgürlüğü, diğer özgürlüklerde olduğu gibi sınırsız olmayıp kişi salt başkasını zararlandırmak için bu hakkı kullanamaz. Bu hakkın hukuken korunabilmesi ve yerinde kullanıldığının kabul edilebilmesi için şikayet edilenin cezalandırılmasını veya sorumlu tutulmasını gerektirecek yeterli kanıtların mevcut olması da zorunlu değildir. Şikayeti haklı gösterecek bazı emare ve olguların zayıf ve dolaylı da olsa varlığı yeterlidir. Bunlara dayanarak başkalarının da aynı olay karşısında davalı gibi davranabileceği hallerde şikayet hakkının kullanılmasının uygun olduğu kabul edilmelidir. Aksi halde şikayetin hak arama özgürlüğünün sınırları aşılarak kullanıldığı, kişilik değerlerine saldırı oluşturduğu sonucuna varılmalıdır.
Somut olayda; Trabzon 3. Asliye ceza mahkemesinin 2009/326 esas,2010/188 karar sayılı dosyasında, sanık sıfatıyla davacı hakkında elektrik hırsızlığı suçundan açılan kamu davası sonucunda, sanığın suçu işlediğine dair şüpheden uzak, kesin ve inandırıcı delil olmadığından beraatine karar verilmiştir. Şikayet için yeterli emare olması nedeniyle davalının yasal şikayet hakkını kullandığı anlaşıldığından, mahkemece istemin tümden reddine karar verilmesi gerekirken, şikayet hakkını hukuka uygun kullanmadığı gerekçesiyle, davalının manevi tazminat ile sorumlu tutulmuş olması usul ve yasaya uygun düşmemiş kararın bozulması gerekmiştir…”
gerekçesiyle bozularak dosya yerine geri çevrilmekle, yeniden yapılan yargılama sonunda, mahkemece önceki kararda direnilmiştir.

HUKUK GENEL KURULU KARARI
Hukuk Genel Kurulunca incelenerek direnme kararının süresinde temyiz edildiği anlaşıldıktan ve dosyadaki kağıtlar okunduktan sonra gereği görüşüldü:
Tarafların karşılıklı iddia ve savunmalarına, dosyadaki tutanak ve kanıtlara, bozma kararında açıklanan gerektirici nedenlere göre, Hukuk Genel Kurulunca da benimsenen Özel Daire bozma kararına uyulmak gerekirken, önceki kararda direnilmesi usul ve yasaya aykırıdır.
Bu nedenle direnme kararı bozulmalıdır.
SONUÇ: Davalı vekilinin temyiz itirazlarının kabulü ile, direnme kararının Özel Daire bozma kararında gösterilen nedenlerden dolayı 6217 sayılı Kanunun 30. maddesi ile 6100 sayılı Hukuk Muhakemeleri Kanunu’na eklenen “Geçici Madde 3” atfıyla uygulanmakta olan 1086 sayılı Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 429. maddesi gereğince BOZULMASINA, istek halinde peşin temyiz harcının yatırana geri verilmesine 25.03.2015 gününde oybirliği ile karar verildi